Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

O ağır makineyi suya indirmek



Toplam oy: 461
Romanı bir gemi gibi düşünürsek; Karaağaç onu çalıştırmayı başarmış, bütün teknik imkanlarını sunmuş ve o ağır makineyi suya indirip yüzdürmüş.

Hakkında yazarken, bir yazar için “genç yazar” dediğimde, hele de o yazarın ilk kitabı üzerine bir “eleştiri” yazısı yazmam gerektiğinde epey dertleniyorum. Daha ben “genç yazarlarımız” arasında sıralanırken ve yolun başındayken, çağdaşım bir yazar için bu sıfatı kullanmak yetmezmiş gibi, bir de yazdıkları hakkında yorumda bulunmak iyice tuhaf bir şey oluyor. Yine de bazı durumlarda yazarlık değil ama okurluk kariyerime güvenerek, bu zorlu görevi  üstleniyorum ve “genç yazar”ların ilk kitaplarını okuyorum. Geçtiğimiz ay da bir ilk kitap okudum: Ece Karaağaç’ın Yarım Kalan Bazı Aşklar’ı. Hayatta her şeyini yitirmiş, hayatın içinde kaybolmuş genç bir kadının karşısına beklenmedik bir anda ve şekilde çıkan genç bir adamla yaşadığı romantik açmazı anlatan roman, Karaağaç’ın –yeni eserlerle yolunun devam edeceğini varsayarsak– umut verici bir ilk kitap.

Zeynep, yalnız bir genç kadın. Yakın zamanda yaşadığı bir travmanın etkisinde, biraz da hayattan vazgeçmiş biri. “Nemli çimenlerin üzerine uzanmış, ağaçların arasından gözüken parçalı gökyüzüne bakarken, ‘Şimdi kulağımdan içeri bir karınca girse içeride kocaman bir boşlukla karşılaşır,’ diye düşündü. ‘Çünkü kafamın içi bomboş artık.’” Böyle açılıyor hikaye, kahramanın yolculuğu bu itirafla başlıyor. Uyuyamıyor Zeynep, uyumaktan korkuyor ve uyuyamadığı için kafasının içinde bir sürü şey kaynayıp duruyor. Yaşadığı gerçeklik de bu yüzden az biraz bulanık. Önünü çok da göremediği o pusun içinde yolu Arda’yla kesişiyor. Arda da Zeynep gibi hayatın yalnız bıraktığı, kendi şehirli hikayesinin içinde arayış içinde bir adam. İkisinin hikayesi bir noktada birleşiyor ve iki genç insan beklenmedik bir hızla birbirinin varlığının içinde başka başka şekillerde varlık kazanıyor ve iki yabancıyken bir anda “çok yakın” oluyor. Yan karakterlerin dahil olmasıyla hikaye başka yönlere doğru dallanıp budaklanıyor ve günün sonunda, en başta gitmesi beklenen rotadan bambaşka bir yere doğru seyrediyor. 



Yazmanın karanlık tarafı...

 

Karaağaç’ın romanını bir ilk kitap olduğunu unutmayarak okudum, bitirip de hakkında düşünürken ve yazarken de bu bilgiyi aklımın bir kenarında tutmaya çalıştım. Bu bilgiden hareketle, Yarım Kalan Bazı Aşklar’ın yazma becerisi aşikar bir kalemin eseri olduğunu söylemem gerek. Okuması gayet keyifli bir hikaye, roman boyunca tatlı tatlı yol alıyor, sorunsuz şekilde akıp gidiyor. Karakterler de olabildiğince ete kemiğe bürünüyorlar bu yolculukta; okuru bir hiçliğin ortasında yalnız bırakmıyor, anlaşılır şekilde betimleniyorlar. Teknik olarak düşündüğümde, üzerinde çalışılmış, Türkçesi güzel bir ilk dosya olduğu her açıdan hissediliyor. Ancak tam da bunun üzerine söylemem gereken bir şey var:  Karaağaç’ın hikayeyi doğru şekilde aktarmak, kendini iyi bir Türkçeyle ifade etmek, roman yazmanın gereklerini yerine getirmek için elinden gelen her şeyi yaptığını ama bir yazar/insan olarak o karanlık yere adım atmadığını, belki henüz oraya girmeye cesaret edemediğini hissettim hep. Ki bu bir yetkinlik meselesi değil aslında, “olmamış” demek de değil. Romanı bir gemi gibi düşünürsek; Karaağaç onu çalıştırmayı başarmış, bütün teknik imkanlarını sunmuş ve o ağır makineyi suya indirip yüzdürmüş, bu konuda diyecek sözüm yok. Ama bunu yaparken bir yazar olarak sanki hep bir şeyin etrafında dolanmış ve o şeye elini sürmeye –belki şimdilik– çekinmiş, bu da romanı yer yer gerçek duygulardan yoksun bırakmış.


Bir insanı yazmaya iten çok fazla motivasyon var kuşkusuz ama yazmanın hep karanlık bir tarafı olduğunu düşünürüm ben ve yazan kişinin biraz da kendi şeytanlarını kovalamak için masanın başına oturduğuna inanırım. Bu yüzden okuduğum her şeyde o karanlık, o kendiyle kavgalı tekinsiz yazar sesini ararım, bulunca da rahat ederim, oh derim, tamam bulmuş işte yarasını, kanırtıyor, oradan kesin güzel bir şey bulup çıkaracak... Bu cesareti sergilemek kolay iş değil, bunun bilinceyim, ve o cesaret kişide halihazırda yoksa onun zamanla edinilen bir beceri olduğuna inanırım. Benim de yazarken hep kaldırmaya çalıştığım bir kapak, arkasında ne var diye merak ettiğim uğursuz bir kapı var. O kapıları zorladıkça yazmayı öğreniyoruz gibi geliyor bana; gerçekten yazabilmeyi ve okuru alıp o garip yerlere götürmeyi... Dediğim gibi, bu bir yol, bata çıka gidilen, bazen fırtınalı bazen güneşli... Ama okuru kalbinden vuran eserlerin hep o  karanlık sulara daldığını, yazarlarının aklını kapatıp biraz da sezgileriyle yol aldığı o tuhaf derinliklerde dolaştığını bilirim. Bilmesem de sezerim bunu. Karaağaç’ın yazma becerisine gönülden inandım ama o kilitli kapıyı açıverse, o karanlık yere dalmayı göze alsa başka neler yazardı acaba diye de merak etmedim değil. Bu yüzden Yarım Kalan Bazı Aşklar’ın yarın yazılacak çok iyi kitapların habercisi olan, iyi bir ilk kitap olduğunu düşünüyorum.

 

 

 


 

 

 

Görsel: Dilem Serbest

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.