Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ölüden geriye kalan uzunca bir gün



Toplam oy: 1511
Diane Broeckhoven
Kolektif Kitap
Bay Jules ile Bir Gün, aniden geliveren ölümle sağlaması yapılan uzun bir ömrü anlatıyor aslında. Çünkü ölüm, geride kalanın sorunudur.

Ölüm, geride kalanların sorunudur. Ölen için hesap kapanır. Ama biz geride kalanlar, şimdiye kadar geride kalmak şansına sahip olmuş olanlar için ölüm sürer. En başta bir kaygı olarak yerini sıcak tutmayı bilir. İşin diğer bir yanı da, uzun süren bir hastalığın sonunda bile gelse "beklenmedik" sayılan ölümün ardında bıraktığı büyük boşluktur. Ağrıyan dişin çekilmesinden sonra oluşan, dilin hep yokladığı o boşluk. Yokluk.

 

Yokluğu anlatmak, kanımca, hep daha güç, varlığı, varı anlatmaktan.

 

İşte o boşluğu, kenarında durup, ürpertecek bir serinkanlılıkla, duygularıa teslim olmadan anlatmış bir kitaptan bahsedeceğim size azıcık. Türkçenin okuyucusu için epey yabancı sayılabilecek bir dil olan Flamancanın dikkat çeken, çevrildiği dillerde de büyük takdir gören yazarlarından biri Diane Broeckhoven. Bu ürkütücü boşluğu ince ince işlediği Bay Jules ile Bir Gün de bildiğim kadarıyla Türkçedeki ilk kitabı. 2001'de basıldığında, yüz binden fazla kopya satan kitap, uzun yıllar gençlik kitapları yazmış bir yazarın yetişkinler için yazdığı ilk romanlardan biri. Dilimize gelmesi biraz uzun sürmüş. Dileğim, devamının daha çabuk gelmesi, kayıp zamanın böylece telafisi; en azından.

 

 

Kitaba dönecek olursam size öncelikle Bay Jules'den bahsetmeliyim. Yetmişlerini süren, belli ki düzene, intizama kelimenin en kuzey Avrupalı manasıyla düşkün, huysuz, emekli bir adamcağız. Adamcağız deyişimden masumiyet anlamı çıkmasın ama, ölüp gidivermiş olmasına kıyamadığımdan böyle söylüyorum. Bir de Alice. Ani beliren korkunç boşluğun, soğukkanlı anlatıcısı. Yatağın kalan, sıcak duran tarafı.

 

Ölümün aniliği, bu kadar ansızın ve her şeye rağmen beklenmedik oluşu nasıl da keskin bir hakikat! Bir sabah, her sabahki gibi, kahve kokusuyla uyanıyorsun, yatağın içindeki uyku sıcaklığıyla beş-on dakika daha geçirmenin gevrekliğiyle saatle pazarlık ediyorsun. Her sabahki gibi. Ama aslında hiçbir şey, her zaman göründüğü gibisinden değil. O sabah evde bir ölü var. Hem de bu ölü, henüz makineye koyduğu kahvesi kaynamakta olan, elli küsur senelik eşin. Yatağın öbür yanındaki duymaya alıştığın sıcaklık.

 

Adından da anlaşılacağı üzere Bay Jules ile Bir Gün, işte o günü anlatıyor sızım sızım. Aniden, koltukta otururken geliveren ölümle sağlaması yapılan uzun bir ömrü anlatıyor aslında. Çünkü ölüm, geride kalanın sorunudur. Biri gittiğinde, onlarca şeyin muhasebesini yapmak, olan biteni bir bir sıraya dizip affedilecekleri affetmek kalana düşer. Geriye kalan hayatı onun yokluğuna göre yeniden düzenleyebilmenin ilk kuralı budur. Alice, Bay Jules'ün artık solumadığını görünce bu uzun muhasebeye girişiyor işte. Evliliğin günbegün körelttiği inceliklerden dem vurarak başlayan yüzleşme hızla yüzeyden derine iniyor. Hatırlanmamacasına unutulmuş evlilik sırlarına ulaşıyor, oradan daha büyüklerine varıyor, kara bir hayalet gibi evliliğin içinden geçen aldatmalara, bilmezden gelmelerin verdiği sızının aynı şiddetle kendini hatırlatmasına. Öyle uzun sürüyor ki bu muhasebe, Alice öyle çok güreşiyor ki muhatabı donuk hesabıyla, yarım asırlık kocasının hemen alışıverdiği ölü soğukluğunu bile yadırgamamaya başlıyor bir süre sonra. Bir tam gün boyunca kimselere söyleyemiyor kocasının öldüğünü. Oğluna bile. İşin içinde bir cenazenin tek bir kişiye ait olamayacağını bilmek de var elbette. Söylese, ölü de olsa yanında duran kocasını, alıverecekler elinden. Birden katalogdan tabut seçtiren adamlar, karalar giyinip üzgün yüzlerini takınıp gelmiş yabancılar dolacak eve. Kıyamıyor. Kolay değil. Biraz batılı, Avrupalı geliyor kulağa. Ama anlaşılmaz değil. Bir gün geçiriyor ölü kocası Bay Jules ile Bayan Alice.

 

Fakat hayat, bir Kuzey Avrupa ülkesinde bile, öyle planlandığı gibi tıkır tıkır seyretmiyor. Alice'in bütün hesaplaşmalarını yapmak, kocasıyla son bir gün geçirmek derdiyle içine düştüğü bu hastalıklı durum, elbette ki sekteye uğruyor. Hayat çoğunlukla planlandığı gibi gitmez. Ve Alice, salonda Jules'ün ölü yüzü cansızlığın o mavi-yeşil rengine dönerken kendini mutfakta, komşunun otizmli oğluyla esmer şekerli krep yaparken buluyor. Malum, hayat devam ediyor. Kar durmuyor, karın acıkıyor, komşuluklar, sosyallikler sürüyor. Ama Alice'in hikayesi tam da burada kırılıyor işte. David'in, anneannesinin kalçası kırıldığı için annesinin komşusuna emanet ettiği otizmli delikanlının eve gelişiyle.

 

Bütün bunları anlatırken, en duygusal, en coşumlu anlarda bile yetmişli yaşların ve içine büyüdüğü iklimin getirdiği soğukkanlılığını hiç yitirmiyor Alice. Hikayesini de bu kadar içimizde bir yerlere sokan belki bu. Ölümü de, geride kalmanın mermersi soğukluğunu da, uzun bir evliliğin Z raporu gibi hatırından dökülüveren onca iç sızısını da aynı serinlikle anlatıyor. Elbette bunda Deniz Koç'un şapka çıkartılacak leziz çevirisinin de payı büyüktür, ancak Broeckhoven'ın ifadedeki maharetinin de altını çizmemek olmaz. Yalın ve ferah cümlelerle, kadınca bir duyarlılığı anlatısının zeminine yayarak, kolaylıkla görselleştirilebilen güçlü ayrıntıları izleyerek anlatyor Diane Broeckhoven bu lanetli günü. Flamanca okuyamadığım için bunun yapıtlarının tümü için geçerli olup olmadığını kestiremiyorum elbette. Ama diğer yapıtlarını da Türkçede bir an önce görmek için merak ve iştah uyandırdığını inkar edemem.

 

Diane Broeckhoven'ın Avrupa'da da geniş yankı uyandırmış uzun-öyküsü/kısa-romanı Bay Jules ile Bir Gün zor bir günü, insanı -ölümü konuşuyor olmasına rağmen- bir an olsun kasvete düşürmeden anlatmanın kısa bir dersi gibi. Bayan Alice'in uyandığı ölüm beyazı sabahın, soğuyarak kararan bir geceye dönüşünde ona eşlik etmek hiç kolay değil çünkü. İnsanı sarmalayan dili ve duygusuyla Broeckhoven bunda okuycusunu dışarıda bırakmamayı gayet iyi başarıyor. Lazım da aslında böylesi. Çünkü ölüm, geride kalanların sorunudur. Şimdilik bizim sorunumuz.

 

 


 

 

Nazar boncuğu

 

- Her ne kadar iç kapakta yazılsa da, çevirmen alınganlığıyla olsa gerek, kitabın çevirmeni Deniz Koç'un adının kapakta yazılmamasını biraz yadırgadım sanırım. Yayınevlerinin bu konuda daha hassas olmasının, çevirmenin özgüvenini de artıracağını düşünmeli. Bu da şüphesiz çıkarılan işlere olumlu yansıyacaktır.

 

- Kapakta Gustave Caillebotte'un Vue de Toits, Effet de Niege adlı resminden bir kesit kullanılmış ve yakışmış da. Tasarımın genel olarak şık ve kitabın ruhuna uygun olduğunu söylemek mümkün. Ama ciltleme için aynı şeyi söylemek zor. Okunduktan sonra sayfaları açık kalıyor kitabın.

 

- 13. sayfadaki “burasını”, 32. saydaki “handiyse” ve 38.'deki “vızladı” ifadelerini biraz zorlama bulduğumu itiraf etmeliyim. Bir de eğlemek, “eylemek” (s.59) ve seğirmek, “seyirmek” (s.72) olarak yer almış, gözden kaçmış belli ki.

 

 


 

 

* Görsel: Vue de Toits, Effet de Niege, Gustave Caillebotte

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.