Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Paralel yaşamlar



Toplam oy: 1135
Menekşe Toprak
Yapı Kredi Yayınları

“Temmuz Çocukları”, edebiyat kariyerine öyküleriyle adım atan Menekşe Toprak’ın ilk romanı. 1970 yılında Kayseri’de doğan Toprak, ailesinin Almanya’ya göç etmesi nedeniyle ilk ve ortaöğrenimini Köln’de ve Ankara’da tamamlamış, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirmiş. Ankara’da ve Berlin’de bankacılık, Varşova’da bir kitap kulübünde yöneticiliği yapan Menekşe Toprak,  2002 yılından bu yana radyo gazeteciliği yapıyor. Öyküleri “kitap-lık”, “Notos”, “Özgür Edebiyat” gibi dergilerde  “Kadın Öykülerinde İstanbul”, “Kadın Öykülerinde Ankara” ve “Kadın Öykülerinde Avrupa” adlı antolojilerde yer alan, kimi öyküleri Almanca, Fransızca ve İngilizceye çevrilen  yazarın yayımlanmış iki de öykü kitabı var.

 

Çocukluğundan bu yana hayatı pek çok göçmen nesli gibi iki ülke, iki dil, iki kültür arasında geçen Menekşe Toprak,  “Valizdeki Mektup” (2007) ve “Hangi Dildedir Aşk” (2009) adlı kitaplarında içinden yaşadığı bu çift kimlikliği, giderek yarılmışlığı işleyen öyküler yazmıştı. Hala memleketini Türkiye, dilini Türkçe sayan ilk kuşaklardan artık Alman kimliği baskın hale gelen gençlere uzanan şahıslar kadrosu ile geçmişi ve şimdisi ile elli yıl önce başlayan işçi göçünün çatışmalı ve acılı yüzünü sergiliyordu.

 

Göç Dramları

 

Evet, bundan tam elli yıl önce başlamıştı Anadolu insanının Avrupa macerası. İlk durak Almanya oldu. 1961’den 2011’e, Türkiye toplumunda derin izler bırakan bu büyük göçü sanıyorum yıl boyunca etraflıca tartışacağız.

 

Yaşadığımız toprakları ve halkları etkileyen toplumsal hareketler arasında Almanya göçü, yakın tarihli olması nedeniyle kuşkusuz ayrı bir önem taşıyor.  Ancak diğerlerini de unutmamalı. Osmanlının son demlerinden günümüze kadar öylesine göç almış öylesine göç vermiş bir coğrafyada yaşıyoruz ki, hepimizin aile tarihinde ayrı bir göç dramı yatıyor.

 

Resmi tarihin görmezden geldiği insani dramları anlatmak edebiyatın işidir. Ekonomik nedenlerle yapılan göçlerin  anlatılması da “köy romanları”  ile 50’lerde başlar. Önce köyün sorunları işlenmiş, hemen ardından topraksız köylünün iş bulmak amacıyla “taşı toprağı altın” kentlere göçmesi. Ne var ki bu tarz göç hikayelerinin asıl amacı yerinden yurdundan kopmanın yarattığı sıkıntılardan ziyade yoksulluk meselesine temas etmekti. Yoksulluk kuşkusuz göçün itici gücüydü ama bugün göç başlığı altında incelemeye çalıştığımız toplumsal olgu, memleketini terk edip gurbete gidenlerin bireysel travmalarıyla, kent hayatına çektikleri yabancılıkla, kimliksizleşmeleri, geleneksel değerlerini yitirmeleriyle de ilgilidir. Yazarların ihmal ettiği tam da buydu. 

 

İlk Almanya anlatılarında da aynı eksiklik tespiti yapılabilir. Anadolu’nun kara bağrından -kara trenler yerine- çelikten uçaklarla Almanya’ya giden Türk ve Kürt köylülerinin romana girmesi için beş yıl beklemeleri gerekti. Alamancılığın ilk örneklerinden olan Bekir Yıldız’ın “Türkler Almanya’da” romanı 1966’da yayımlanacaktı. Almanya ağırlıklı Avrupa göçü o zamandan bu zamana pek çok yazar tarafından ele alındı. Ve farklı etnik kökenleri, kültürleri, hayat tarzlarıyla Anadolu ve Rumeli köylülerinin Asya’da başlayıp Avrupa’ya uzanan yüzlerce yıllık destanı tamamlanmış oldu. Günümüzde Almanya’ya göçün bir başka evresi yaşanıyor ve yarı Alman yarı Türk gençlerinin kültürel sorunlarla boğuştukları bu evre bizzat bu sorunu yaşayanlar tarafından hem de Alman dilinde kaleme alınıyor.

 

Bir Noel Gününde

 

Menekşe Toprak da işte bu genç kuşak yazarlardan. İlk romanı “Temmuz Çocukları”nda da öykülerindekine benzer temalar öne çıkıyor. Romanın ana kahramanı Aysu adlı genç bir kadın. Ancak annesi Şükriye Hanım ve ablası Süheyla, yaşadıkları trajedilerle zaman zaman Aysu’nun önüne geçiyorlar.

 

Soğuk bir 31 Aralık günü Ankara’da başlıyor hikaye. Henüz cep telefonu ve internetin hayatımıza yeni yeni katıldığı zamanlar. Aysu, Ankara’nın öğrenci mekanlarından bir kahvede bir yandan akşam katılacağı yılbaşı partisini düşünürken diğer yandan bir türlü sıytılamadığı iç sıkıntılarıyla boğuşuyor, defterine notlar karalıyor;

 

“Tüm izlerimle birlikte buradayım işte, apayrı olası hikâyelerın ardından bu şehirde,  bu şehre geldiğimden beri yaşadığım aynı mahallede, aynı evde, kaç yıldır her gün uğradığım bu kahvedeyim... Sanki burada zaman durdu. Bundan böyle içine akabileceğim başka bir yaşam, başka bir hikâye yok gibi ve ben buradan başka bir yere gitmeyi aklımın ucundan bile geçiremiyorum. Bekliyorum, bazen eylemsizliğime şaşarak bekliyorum,  bazen içimdeki öteki benleri parçalaya parçalaya anlamaya, bazen inkâr ede ede unutmaya çalışarak ama hep bir şeylerin değişeceğine inanarak bekliyorum. İçimde, bambaşka bir dile damıtarak anlatabilecek binlerce hikâye taşıdığımı zannediyorum bazen. Hikâye mi bunlar, anlatıp kurtulma isteği mi, bilmiyorum.”

 

Aysu’nun defterinden araya giren bölümlerdeki “ben” anlatısıyla genç kadının çocukluk ve ilk gençlik yıllarına dair anıları yer alıyor. Ana hikaye ise üçüncü tekil şahıs bakıç açısından verilmiş. Küçük yaşta evlendirilen, bir Almanla on beş yıl önce yaşadığı aşkı unutamayan ve hayatını bir düzene sokamayan Süheyla’nın psikolojik sorunları, anne Şükriye Hanım’ın çocukları için kaygılanırken yaşadığı geçmiş hesaplaşmaları, babaları Sabri Beyin memleket hasreti, Süheyla’nın açık olduğu Klaus’un yıllar sonra Süheyla’nın izini sürerken yakalandığı pişmanlık duyguları… Kısacası, Alman-Türk kimliğini içine sindirmiş evin küçük oğlu Aziz dışında romandaki her şahıs içsel bir huzursuzlukla kıvranıyor. Sadece Almanya tarafı değil, Ankara’dakiler, Aysu’nun hayata atılmaya hazırlanan arkadaşları da sancılı. Millenyum çağına giriş sancıları diyelim buna. Yeni bir dünya düzeni, yeni yaşam tarzları, yeni insan tipleri ve yeni bir ahlak anlayışı serpilirken eski değerlerin baskısıyla yenisine ayak uyduramayanların yaşadığı sancılar. “Temmuz Çocukları” zamanın, zamanla birlikte mekanların, insanların, kavramların hızlı değişimi ile ilgili bir roman. Ne değişimi olumluyor ne de yadsıyor. Toprak’ın amacı söz konusu değişimin bireyler üzerindeki etkilerini göstermek. Doğrusu amacını da ulaşmış.

 

Göçün, kültürel çatışmaların, yoksulluğun yıkıcılığına en çok kadınlar hedef oluyor. Mesela Süheyla’nın trajedisi tamamiyle kültürel çatışmaların, geleneklerin baskısından kurtulamamışlığın sonucu. Aysu, aileden uzakta büyümenin yol açtığı yalnızlık duygusuyla damgalanmış belki, ama baskıdan uzak kalmasıyla ablasına göre çok daha şanslı. Şükriye Hanım’ın bütün bir ömre yayılan çilesi şimdi çocukları için kaygılanmak halini almış.  Menekşe Toprak, özellikle Şükriye Hanım’ın duygularını çok iyi yansıtıyor;

 

“Kocası çeyrek asırdır sıkılıyor, çeyrek asırdır memlekete geri dönmek istiyor ve çeyrek asırdır Şükriye Hanım onun bu memleket özleminin önünde sert bir kaya gibi duruyor; çarpıp yumuşatıyor onun kederini; onun bu ülkede zedelenen erkeklik gururunu okşayarak teselli ediyor. Ama, yine de biliyor ki, yıllar yılıdır kendisini de gelip kavrayan, kolunu kanadını kıran o umutsuz özlemlere boyun eğse ve dönelim dese, bu kez de kocası oturup bir kez daha düşünecek ve hele birkaç yıl daha dişimizi sıkalım diyerek kalma yönünde karar değiştirecekti. Çünkü yoksullardı, geldikleri yerlerde gece gündüz çalıştıkları halde zar zor karınlarını doyurabiliyorlardı ve açlık korkusu çekmiş olan hiçbir yoksul kolay kolay bir nimet olarak kabul ettiği bu ülkenin iş ve aş bolluğuna göz göre göre sırt çeviremezdi.”

 

Ankara-Almanya hattından sonlarda ailenin memleketi olan küçük kasabaya dönerek noktalanan “Temmuz Çocukları”nı belki de öykücü yanı ağır basarak çok sayıda küçük öykü ile kurgulamış Toprak. Birbirine paralel akıp giden, zaman zaman yek diğerini kesen öykücükler yalnızlık, değişim ve mutluluk arayışı paydasında buluşuyorlar. Süssüz ama hedefini bulan, bireysel acıları aktarırken zaman zaman derinlemesine kesitler veren zarif ve akıcı diliyle Toprak, iyi bir ilk roman çıkarmış.

Yorumlar

Yorum Gönder


Ömer bey bana söz verdiniz kitabımı basacaktınız. Bir yıl oldu hala ses seda yok sizden. Neden böyle yapıyorusnuz

37%
63%

Evet bence de Toprak iyi bir roman yeşertmiş. Çiçeği, meyvesi bol olsun! Kitabın atmosferi çok yoğun, yerel ilintileri de çok kuvvetli, bunun için bence çok iyi filmi olur.

52%
48%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.