Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Peki siz büyüyünce ne oldunuz?



Toplam oy: 1405
Tankut Aykut
Geyikli Gece Yayınları

Gençlik dedikleri iksir filan değil aslında. Düpedüz başa bela. Tam bu zamanlarda insana darallar gelir. Huzurlu düşüncelerin yerini karabasanlar alır.

 

 

 

 

Ne yapacağım? Ne olacağım? Ne zaman olacağım? Bazen Mümtaz'ın huzursuzluğu ne devirden, ne aşktan, ne siyasi buhrandan kaynaklanıyor diye düşünürüm. Tüm sabırsızlığı, kararsızlığı, gerginliği gençlikten; muhtemelen birkaç yıla bir şeyi kalmaz...

 

 

 

 

Daha küçükken, mesela ilkokuldayken işler kolaydır. Sınıf başkanı olup bir anda kendinizi dünyanın merkezi gibi hissedebilirsiniz. Ya da evde kocaman doğumgünü pastanızı üflerken. Ortaokulda da okul takımı, ilk öpücük filan derken yırtarsınız bir şey olma buhranlarından. Lise kimisi için ergenlik ya da mahsusçuktan varoluşçuluk hezeyanlarıyla doludur. Ama çoğu liseli üniversite sınavına kafayı o kadar takmıştır ki, önce deneme sınavlarıyla sonra sınavın kendisiyle boğuşur durur. O fırtınalı sularda içine girmeyi becerdiği yüzdelik dilimlerle de genç yaşta büyük başarılara imza atmış olur. Peki sonra? Nerede şimdi o sınıf başkanları, matematikten tam not alanlar, en güzel kompozisyonu yazıp içten içe hayran olduğu edebiyat öğretmeninin bütün sınıfın gözleri önünde övgü dolu sözlerine mazhar olanlar, takımını yarı finale taşıyan smaçörler, gitarını okula getirip bütün kızları hayran bırakan rocker’lar, öys'de derece yapanlar? Büyüyünce ne oldu bu başarılı çocuklar, gençler?

 

 

Aslında pek çoğu gençlik buhranını çabuk atlattı. Kolay yoldan bildiğin yetişkin oluverdiler. Evrime boş yere ayak diremeyen bu becerikli güruh genellikle hayallerindeki meslekten uzak bir işe girdi, oflaya puflaya da olsa her sabah alarmla uyanıp haftanın beş günü günde 8-10 saat çalışmaya başladı, yirmilerinin ortasında evlendi, otuzuna gelmeden anne baba oldu, akşamları göz yanması ve sırt ağrısıyla eve geldi, hem plazma hem digitürk aldı ama genellikle filmlerin ortasında uyuyakalmaktan muzdaripti, o yüzden hep dizi izledi, haftasonları avm'lere doluştu, son model cep telefonlarına içi gitti, her şey dahil tatillerde bol bol bira içip tok karnına denize girdi, dön dolaş gym'e yazıldı, kah göbeklendi kah sırım gibi oldu, hiç kitap okuyamamaktan yakındı durdu…

 

Geçen Kış'ın etrafında döndüğü karakterler bu sıçramayı pek kolay yapamayanlardan. Bir yandan eski hallerinden, ideallerinden eser kalmadığını üzülerek idrak etmişken öte yandan hal hayal kuran, çarka girememiş, hala yakınan çocuklar. Haluk, çalıştığı mimarlık şirketindeki projelerin monotonluğundan bezmiş, farklı sanat dallarına yanaşmışsa da hayal ettiği gibi parlayamamış, yurtdışında yaşamış herkes gibi İstanbulla sevgi-nefret ilişkisini düze çıkaramayan, hayatında ilk defa gerçekten güzel bir sevgilisi olmasına karşın ayrılma senaryoları kuran, biraz mızmız, biraz kurtlu bir tip. Deniz, üniversitede sol cenah siyasetle haşır neşir olmuş, oldukça politize bi genç kadınken, avukatlık stajını yakıp kendini birden pilates eğitmeni olarak bulmuş, Adanalı memur ailesini düşündükçe zenginlerin dünyasına ani inişini hazmedemeyen, hafif buruk, yorgun biri. Berk, ayrılık acısını ötelemek için kendini vücut geliştirmeye vermiş, donla poker oynamaya itirazı olmasa da über homofobik, üniversiteyi bitiremediği gibi ölen babasının işlerinin başına geçmeye de gönülsüz, işsiz güçsüz tipik bir zengin çocuğu.

 

 

Eğitim, aile, hayat tecrübesi açısından üçü bambaşka insanlar olsa da ortak yönleri , 'hala bir bok olamadık' tasaları, ne olacağını bilmeksizin başka biri olma arzuları, ortalama yetişkinler gibi kendilerini ve yaşadıkları hayatı benimseyememeleri. Bu varoluşsal dertler en çok Haluk'un başını zonklatıyor. O kadar felsefi boyutta olmasa da Deniz de hayatını, yaptıklarını sorguluyor, daralıyor. Kafasında en az tilki varmış gibi görünen Berk, kendi kendine teşhis koyamasa da ruh hali depresif, hayatının rotasının olmadığını hissediyor. Onlar için hayatı basitçe yaşamak biraz zor gibi: Haluk yaşamaktan çok irdeliyor, Deniz yarı istemsiz sürükleniyor, Berk çoğunlukla zaman geçiriyor, o da güçlükle.

 

 

Novellanın bu üç anakarakterini bir araya getiren diğer üçlü, tipik evli, mutlu, çocuklu yetişkinler olmasalar da hayatlarıyla barışık, mızmızlanmayı bırakmış kişiler. Emek (Haluk'un sevgilisi, Deniz'in kankası) hosteslik yapıyor, artık dünyayı dolaşmaktan heyecan duymasa da güler yüzlü, sevecen, kendini başarılı ve güzel addeden mutlu bir kadın. Küçükçekmece minibüslerinin eski müdavimlerinden Tuna (Deniz'in sevgilisi, Haluk'un lise arkadaşı), yıllar yılı küçük burjuva arkadaşlarının evlerine, ailelerine, hayatlarına özenmiş, ama işte en nihayetinde güzel sevgilisiyle Cihangir'e yerleşmiş, müzik piyasasında tutunmuş, fazla tasalanmayan biri. Çetin (Berk'in kardeşi, Haluk ve Tuna'nın liseden arkadaşı) 'dolapta' geçirdiği yıllarının ardından gey kimliğiyle varolmanın rahatlığı içinde; alt tarafı DJ'lik yapmasına rağmen etrafındaki sergi açan albüm çıkaran sanatçı camianın parçası gibi hissediyor, ergenlik hayallerinden kurtulup mutlu olmayı becerebilmiş, özgüveni sağlam.

 

 

Yirmilerinin sonu otuzlarının başında, şehirli, okumuş, bekar, orta-üst sınıf gençlerden bir seçki hazırlamış Tankut Aykut – bir sergi kataloğu hakkında yazsaydım böyle derdim. Bütün karakterler çok aşina, her birini bir tanıdığına benzetiyor insan. Her gün konuştuğumuz dili konuşuyor, gittiğimiz yerlere gidiyor, aynı ikilemleri yaşıyorlar. Can sıkıcı manada sıradan ya da standartlar demek istemiyorum. Tam tersine, zihnimizde bir şekilde dolandığını hissettiğimiz ama yargılara dönüştüremediğimiz ufak tefek şeyler hakkında çok bilgece laflar ediyorlar. Haluk'un iyi kulüplere gitmek için vize almak gerektiği saptaması, Berk'in ortalama yurdum insanının hislerine tercüman olduğu aşikar homofobik ifadeleri (özellikle X faktörü teorisi), Deniz'in lütfen demeyi bilmeyip de mor kazak giyenlere intizarı gibi. 2000'lerin İstanbul'unda genç olma denkleminin bilinmeyenlerini sıralıyor kitap – yalnız sadece şehrin beyazları için.

 

 

Geleceğin kültür tarihçileri Geçen Kış'tan özellikle faydalanacaklar. Her bir sayfada karşımıza çıkan italik yazılmış onca marka (mekan, avm, mağaza, internet sitesi, müzik grubu, vb.) sayesinde günümüz tüketim alışkanlıkları hakkında enikonu bilgi sahibi oluyoruz. Amerikan Sapığı'nın 90'lar New York finans çevresinin neredeyse tam ürün kataloğunu gözümüze sokmasını andıran, bedeli (tüh) tahsil edilememiş bir ürün yerleştirme uygulamasından söz edebiliriz sanırım.

 

 

 

Şaşılacak bir şey yok elbette, hayatlarımız kesintisiz bir tüketim döngüsünde ilerliyor. Herkes tüketiyor. Mutlu ya da bunalımda olmak fark etmiyor, muhakkak indirimden bir şeyler alıyoruz, internetten sipariş veriyoruz, bara, kulübe, konsere gidiyoruz, latte içiyoruz. Yaş, yetenek, maddiyat, psikoloji gibi bir sürü faktör herhangi bir şey üretmemize engel olsa da tüketme becerimizin önüne hiçbir şey geçemiyor. Satın aldıklarımızla tatmin olmak bir yana kendimizi onlarla özdeşleştirmeye başlıyoruz. Ne tüketiyorsak o oluyoruz (“MUJI gibi bir adam”). Katmerli bir yabancılaşma senaryosu: yaratımlarımızla benliğimizi dışavurmak yerine, kolay yoldan tükettiğimiz şeye dönüşüyoruz. Sevgilim nasıl biri olma kaygılarına son, giydiği ceket kişiliğini ele veriyor!

 

 

Genç olmak zordur. Gençler kendini fena didikler, kurcalar, hırpalar. Ama tam bir şeyleri sonunda anladığımızı sandığımız anda, hayat bizi ters köşeye yatırmanın bir yolunu bulur, bulmuştur. Geçen Kış'ın kahramanlarına hiç ummadıkları işler yaptıran da bu işte, hayat… Yoksa neden tutunamayan havalarındaki Haluk, sadece sevgilisi Emek'e değil abisi ve ailesine de sahip çıkıveriyor? Sivri burunlu rugan ayakkabılara alışkın, Polat Alemdar kılıklı Berk, gey kardeşinin turuncu montuyla karizmayı çizdirmeyi nasıl göze alıyor, üstelik kız tavlayayım derken av oluyor? Özel ders parasını istemeye bile utanan mülayim Deniz, burjuvaziden (ve maşizmden) intikam almaya niyetli bir Haneke kişisine nasıl dönüşüyor? Hayatımızın en içe dönük dönemi de olsa gençken kendimiz hakkında gerçekte ne biliyoruz ki?

 

 

Don Draper'ın söylendiği kadar var: “Gençlerin bir halt bildiği yok, özellikle de genç olduklarını.”

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder


güzel bir kız olacağım

37%
63%

"Katmerli bir yabancılaşma senaryosu: yaratımlarımızla benliğimizi dışavurmak yerine, kolay yoldan tükettiğimiz şeye dönüşüyoruz." ifadesi çok net

40%
60%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.