Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Pullar da ağlar



Toplam oy: 1396
Thomas Pynchon
İthaki Yayınları
49 Numaralı Parçanın Nidası, bizleri içine gömüldükçe ehlileştiren bir sistemin, kaygı kalkanlarımızla nasıl yalnızlaştırdığını tasvir ediyor.

Hayatın büyük bir boşluk olduğu hissi, insanın kendini kendiyle karşı karşıya getirdiği en büyük imtihanı olmalı. Hal böyle olunca neye ihtiyaç duyuyorsak, cevaplarımızın içini onunla doldurmak mümkün. Tanrının işaretlerini aramak, hazzın tadını çıkarmak, zengin olmak, aşkı ya da komployu tasarlamak…

 

Thomas Pynchon, düşsel zenginliklerini eleştiriye dönüştürebileceği en uygun zemini, komplo teorilerinin geriliminde bulan önemli bir yazar. Onu anlayabilmek, içinde var olduğu dönemin geleceğe vaat ettiği gelişmeleri de okuyabilmekle gerçekleşecek. 49 Numaralı Parçanın Nidası adlı romanı, koltuklarımızda güvenli ve rahat bir okuma yapacağımıza dair ümitlendirmeyen, meselesini huzursuz bir zihnin yolculuğuyla anlatacağını baştan ifşa eden bir gizem metni.

 

“Bir yaz günü öğleden sonra Bayan Oedipa Maas, Tupperware partisinden eve döndü…”

 

Metin, böyle gündelik bir cümleyle kendi yolculuğuna hazırlar okuyucuyu. Altı bölümden oluşan kitabın kahramanı Oedipa Maas, bir vasiyetname ve yolculuk etrafında gelişen hikayenin merkezi durumunda. Eski erkek arkadaşı Pierce Inverarity’nin ölümü ve arkasında bıraktığı vasiyetnameyi gerçekleştirmesi için vasisi atadığı Oedipa’nın, bu görevi yerine getirmek üzere San Narciso’ya yaptığı seyahat, her şeyi şekillendirecek olan görünürdeki mevzudur. Bu noktada yolculuk hikayelerinin kullanışlı öğelerini şüphesiz Pynchon’da kullanır. Ancak dönemin politik, dini ve kültürel gelişmelerine göndermeler yaparak metni gizem öğesi üzerinden farklılaştırır.

 

Trystero, Ulağın Trajedisi, LSD, meskalin, ATIK, surdin borusu, Thurn Taxis, Bakunin, Paranoids… Sık sık yinelenen bu isimler metnin, içine düştüğümüz koridorlarını aydınlatan işaretler. Zira dönemin fotoğrafını büyük bir çerçevenin içine yerleştirmeden görmemize imkân tanımaz Pynchon. Kurguyla gerçek olanın yerlerini oynatarak, alternatif bir dünya yarattığı sanrısıyla tıpkı Oedipa gibi okuyucuyu da manipüle eder. Ancak bunu, artistik bir çabayla bizi baştan çıkarmak için yapmaz. Uygar dünyanın sıkıntısını doğrudan değil yıkarak, bozarak, onunla oynayarak yapmayı seçer.

 

Toplumun güvenlik kaygılı paranoyaları

 

Her şey büyük bir tuzak mıdır? İnsanlar güvenilmez midir ya da çok içten? Los Angeles bildiğimiz melekler şehri midir?.. Sahip olduğumuz tüm uygar alışkanlıklarımızı, kentli korkularımızı kendine has bir bulmaca yöntemiyle sorunsal hale getirir metin. Oedipa, bu alışkanlıklarımızı hayallerimizle birbirine uyduramamanın sıkıntısı içinde, işaretlerin rehberliğine sığındığı tekinsiz bir gerçekliğin kapısını aralar. Bize anlattığı Los Angeles, kocası Mucho’nun tanımıyla kendisine benzemek zorunda olan yaşamlarımızın büyük ölçekli bir tasarımıdır. Hayatlarımızı acı ve onun yerini dolduracak her şeyden azade eden bir similasyondur -metinde geçen mekân tasarımları da bu savı destekleyecek şekilde uzak ve ıssızdır- Acıyı çekip çıkarttığımız, arzunun bizi olumlayan hiçbir sürecinin kazanca dönüşemediği hayatlardır bunlar. Elbette Pynchon böyle yaparak bir ideologluk iddiasında bulunmuyor. Akışkan özelliğe sahip toplumun giderek takıntılı, güvenlik kaygılı paranoyalara teslim olduğunu ve dağılan kederli bir şeye evrildiğini gösteriyor.

 

Öte yandan kitaptaki her şey ve herkes müphemdir. Hiçbiri diğerine iç ferahlatıcı bir tasvir yapmaz, söz söylemez. Hatta gönlünce sevemez. Vasiyetin dosya işlerinde Oedipa’ya yardım edecek olan avukat Metzger ile karşılaşmaları, karşı konulamayacağı bilgisini veren bir erotizmle dans ederek gelişir. Erotizm ritmini öyle ekonomik kullanır ki bu haliyle bile metnin cinsel gerilimini yükseltir. Ancak sevme becerisi bir yana Metzger ve Oedipa’nın cinsel birlikteliği, duyulardan yoksun tuhaf bir gösteriye dönüşür. Onların ilişkisi sırasında televizyonda da Metzger’in çocuk film yıldızlığı zamanında çevirdiği –Bebek Igor- bir film dönüp durmaktadır. Bu iki performansın üst üste bindirilmesi şüphesiz rastlantı değildir. Thomas Pynchon, kurguladığı bu sahne ile her şeyin bir gösteriden ibaret olduğu dünyanın karmaşasını, aynı yöntemi kullanarak “sahne”ler. Dışarıda Paranoids adlı müzisyen grubun müziğiyle içerideki cinsel kreşendo, bu gösterinin içinde at başı gider.

 

Diğer yandan romanın kurgusu içinde önemli yer tutan Richard Wharfinger’ın Ulağın Trajedisi adlı tragedyası da başka bir şeyi işaretlemek üzere oradadır. Anarko iletişim ağına sahip eski bir posta sisteminin örtük biçimde anlatıldığı bu bölüm, gücünü söyleminden alır. Yüce olan bir şeyi ifşa eder ve okuyanı bundan sorumlu kılar. Oedipa gibi… Ancak bahsi geçen bu posta sistemi ve onu savunanlar, hak ettiklerini düşündükleri mirastan mahrum kalırlar. Fanilik duygusunu az da olsa hafifleten “mirastan mahrum kalma” ya da “miras bırakma arzusu” biraz da metne ev sahipliği yapan coğrafyanın tarihi ile ilişkili. Thomas Pynchon bu bilgiye sahip görünüyor. Amerika gibi sonradan apartılmış bir ülkenin anılarının ve ortak belleğinin yoksulluğu, kurguya hâkim olan kayıp ve ölüm olgusuna da açıklama olur.

 

Bununla birlikte metin, kendi içindeki bütünlüğünü ilişkiler ağı üzerinden kurar. Birer tesadüf mü yoksa yazgının imzası mı olduğu hususunda sınırlayıcı bir izaha gerek duymaksızın eksantrik karakterler, kentler, caddeler, barlar birbirlerini kovalar durur. Oedipa, bu takipte karşılaştığı her kişiyi, her işareti takıntılı bir biçimde eski posta sistemine ve onun etrafında gelişen olaylara bağlar, bunu yaparken yavaş yavaş sanrılarla gerçeğin arasında zik zak çizen bakışına, biz okuyucuyu da hapseder.

 

Modernist metinlerin okuyucuya yaptığı şey, biraz gayret göstereceği okuma pratiği için bir fırsat sunmak. Bu anlamda Thomas Pynchon, sorularımıza metin aracılığıyla bir cevap vermez. Oedipa’nın bakışından tanıdığımız dünyayı sürekli manipüle eden, bu sayede de yabancılaştıran yoğun, metaforik bir dil kullanır. Bu durum zaman zaman okuyucunun, metnin sırtlandığı anlamlar arasında boğulmasına ve Pynchon’ın problematiği de olan yorgunluk hissine sebep olabiliyor. Ancak gündeliğin ritmini hep canlı tutarak, nefes alabileceğimiz bir okuma yapma olanağı da sunuyor.

 

49 Numaralı Parçanın Nidası, bizleri içine gömüldükçe ehlileştiren bir sistemin, kaygı kalkanlarımızla nasıl yalnızlaştırdığını tasvir eder. Bunu yaparken ne nahif olma, ne de bir reçete öngörme gayretindedir. Yıkıcı savaşların, büyük seçimlerin yarattığı sorumluluk yükü altında, mutlu olma bilgisini kaybetmiş sıradan insanların koyvermişliğinin parodisidir yalnızca. Romana adını veren ve Pierce’a ait olan pulların nidası gibi belirsiz bir davettir. Eğer farklı ve karmaşık metinlerin okumalarına açıksanız, bu daveti kabul edip, kitapla tanışın.

 

 


 

 

* Görsel: Seda Mit

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.