Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Romantizmin Akdeniz Cumhuriyeti



Toplam oy: 1140
Tuna Kiremitçi
Doğan Kitap

Tuna Kiremitçi'nin yeni kitabı Selanik'te Sonbahar'da iki anlatıcı, birbirlerinin çevresinde dönen, yaklaşan, uzaklaşan ve içiçe giren anlatılarıyla uzun süren bir dansın figürleriyle hareket ediyorlar. Önce kadın konuşuyor ve bunu babasının sesiyle yapıyor: "Adayı hatırlıyorsundur... Ben ölmeden her hafta gelirdik." Mezarın ötesinden konuşan bir ses, bize bunun bir babalar ve çocukları öyküsü olacağının ipuçlarını veriyor. Zaten büyük harfle yazılmış haliyle bir Baba anlatısı bu; tarihsel olayların farklı yaşanması sonucunda belden aşağısı tutmayan felçli Mustafa Kemal'in gelecekteki çocuklarına yazdığı bir tür mektup, vasiyet veya hukuki terimle söylemek gerekirse, bir tereke. Belli haklar tanıyor ve okuyucu belli borçları üstlenmeye çağırıyor.

 

Mustafa Kemal'in onu tanıdığımız askeri ve siyasi yaşantılarının içinde olmadığı bir yüzyılı hayal etme çabasının kendisi, yeni bir hukuksallığın tarif edilmesini gerektiriyor. Romanın başkahramanlarından biri olan Atilla'nın özellikleri tam da böylesi yeni bir düzen ("Osmanlı") tarafından belirleniyor. Dünyaca ünlü pop yıldızının yaşamı, pop müzisyeni olmanın kurallarına uyduğu sürece sorunsuz bir biçimde devam ediyor. "Gençtim, meşhurdum, para ve günahla meşguldüm. Basitti hayatım: Öğleye doğru kalkar, dünyanın neresinde olduğumu hatırlayıp o gece konser vereceğim yere gider, ses ayarlarıyla uğraşır, konser saatini beklerken biraz (çok fazla değil) kokain çeker ve sahneye çıkıp milleti öldürürdüm." Yalnızca küresel bir dünyanın seyahat/hareket üzerine kurulu yapısına dayandığı için değil, aynı zamanda dili kullanım biçimiyle de "ulus-ötesi" bir söylem bu. Milleti "öldüreceğini" söylerken Türkçeye kötü çevrilmiş bir Amerikalının diliyle konuşuyor, roman da bu İngilizce söylemin Türkçe konuştuğu bir fantazi yaratıyor. "O zamanlar bütün meşhur şempanzeler gibi ben de ARC'le çalışıyordum. Bu, merkezi Los Angeles'ta olan bir plak firmasıydı. Amerikalılar komünizm belası bittikten sonra, iç karışıklığa sürüklenecek kadar bağımsız olmasına izin verdikleri ülkemin dünyaya bir yıldız hediye etmesi gerektiğini düşünmüşlerdi ve bilin bakalım kime çıkmıştı piyango..." 

 

Atilla kendisini "yeterince yetenekli, hırslı ve maldım" sözcükleriyle tanımladığında onun varlığının sınırlarının bu Amerikancayla çizildiğini de anlıyoruz. Romanda ismiyle değil mektuplarıyla varolan Mustafa Kemal de benzer biçimde dilindeki farklılıkla karşımızda beliriyor, onu halihazırda tanıdığımız atasözlerini, Bursa Nutku'nu veya Atatürkçülerin günümüzdeki söylemlerini akla getiren konuşmaları aracılığıyla öteki karakterlerden ayrıştırıyoruz. "Biz bir ülke için bir hayal kurmuştuk. Hayır, bir ülkenin hayalini kurmuştuk asıl. Kendi ayakları üzerinde, onurlu insanlar olmayı istemiştik... Belki günün birinde, 'Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu, adalet örgütü vardır' demeyeceksin. Elle, taşla, sopa ve silahla, yani neyin varsa onunla doğru olanı yapacaksın. Belki seni hapse atacaklar..." 

 

Selanik'te Sonbahar'ın siyasetinin merkezinde yukarıdaki alıntının anahtar sözcüğü olan "bağımsızlık" var. Ancak ilerleyen bölümlerdeki Mustafa Kemal'in mektuplarıyla birleştiğinde üç anlatıcılı bir yapıya bürünen romanda her ses bir ötekinin varlığına ve anlattıklarına bağlı ve bağımlı bir biçimde ilerlediği için, metin bize bağımsızlığın güzelliğini vaaz ederken, biçimsel olarak bağımsızlığın imkansızlığını itiraf etmiş oluyor. Bir yandan Atilla'nın içinde yetiştiği küresel dünya-sistemini etik açıdan kusurlu, sahtekârlık, yüzeysellik ve yapaylık üzerine kurulu bir bağlantılar ağı olarak sunuyor, öte yandan kendi kültürel referansları ve içerdiği coğrafyaların çeşitliliğiyle dünya edebiyatının aldığı yeni halin, "küresel roman"ın şekline bürünüyor. Roman boyunca Atilla'yı çeşitli ölü müzisyenlerle konuşurken izliyoruz; Kurt Cobain'den Jimi Hendrix'e, Janis Joplin'den Jim Morrison'a küresel bir müzik kültürünü yansıtan bu ölüler topluluğu, mezarından çıkardığı siyasi ve kültüre figürlere aşkını itiraf eden kitabın anlatısına renk ve müzik getiriyor.

 

Atilla'nın romandaki büyük aşkı Fikriye ile geçmişteki yaşantıları incelemek üzere bir yolculuğa çıkan Latife'nin dünyaları farklı zaman boyutlarında geziniyor. Romanın şimdiki zamanda bir mağaranın içinde yaşadığını gördüğümüz erkek kahramanı geçmişe ait bir adam ve bize sunduğu tarihsel anlatıda romanın kurduğu kültürel-siyasi anlam dünyasının göstergeleriyle karşılaşıyor, Paris'ten Londra'ya çeşitli coğrafyalarda geniş bir yolculuğa çıkıyoruz; geniş bir tarihsel ve coğrafi çeşitliliğe sahip bu anlatıları bölen Latife'nin sesi ise çok daha hüzünlü ve duyarlı. 

 

"Yatağın üstünde, bavula bakarak oturuyorum... Böyle imkânsız bir aşkla yanıp tutuştuğundan mıdır, eşya hülyalı ve dalgın. Ama en azından bütünlük var. Bunu sadece yatağın karşısındaki duvara sabitlenmiş ekran bozuyor. Onlardan çok daha az şeye tanık olmuş belki, önünde az kişi soyunmuş, sevişmiş ya da kalp krizi geçirmiş ama sonuçta teknoloji; eşya söz konusu olduğunda tarihe katlanabilen insanoğlu, televizyonu son model olsun istiyor. Bu da mekâna kırılganlık veriyor, televizyonun düğmesine dokunduğunuzda güncelliğin odaya saldıracağını ve öğleden sonranın hüznünü yok edeceğini anlıyorsunuz." Böylece Ahmet Hamdi Tanpınar'ın romanlarında eşya ve tarih üzerine tefekküre dalmayı seven, moderniteyle melankoli arasındaki bölünmüşlüklerden bahseden anlatıcı sesin bir benzeri aracılığıyla dünyanın ulaştığı nokta üzerine biz de düşünmeye başlıyoruz. Ancak 19. yüzyılın edebi söylemlerini 20. yüzyılın ortasında yeniden yaşatmak isteyen anakronik Tanpınar'ın aksine Kiremitçi'nin romanı kendi şimdiki zamanından, teknolojiden, küreselleşmeden, uçak yolculuklarından ve köksüzlükten bahsetmek istiyor; "televizyonun düğmesine dokunduğunuzda güncelliğin odaya saldıracağını ve öğleden sonranın hüznünü yok edeceğini anlıyorsunuz" cümlesinin ardından roman da bir nevi televizyon düğmesine basarak ağırkanlı kadın kahramanının dünyasından kaçıp gökyüzünde nefes almamıza izin veriyor. 

 

"Bağımsızlık savaşçısı"

 

Selanik'te Sonbahar'ın asıl sürükleyici bölümleriyle Paris'te, kendisiyle söyleşiye gelen Fikriye'nin ilgisini çekmek için elinden geleni yapan ve bir yandan da kokain bağımlılığının peşinden giden Atilla'nın zaman içinde siyasi bir isyancıya dönüşme öyküsünün anlatıldığı yerlerde karşılaşıyoruz. Buralarda bir filmin malzemesi var, özellikle de Atilla'yı kokainden vazgeçirmeye çalıştığı bir dönemin ardından hiçbir şeyin onları birbirlerinden ayırmasını istemediği için kendisi de kokain kullanmaya başlayan Fikriye'nin yüzünü ve yaşantılarını zihnimizde canlandırabiliyoruz. Mustafa Kemal'in varlığını ve fikirlerini inceledikten sonra kendisi de bir "bağımsızlık savaşçısı" olmaya karar veren Atilla'nın çalıştığı plak şirketiyle yaşadığı kavgalarda ve konserlerinde dinleyicileri siyasi olarak kışkırtmaktan zevk alışında da bir filmden geliyormuş gibi duran bir görsellik var. 

 

Kitaptaki Paris bir dönem filminin afişleri, trendleri, siyaseti ve resimleriyle varoluyor; çantasına iPod'unu koyup araştırma yapmaya giden Latife'yi veya Paris'teki evinde burjuva bir hayat yaşayan anne karakterinin Glenn Close'a olan benzerliğini okuyunca, bir kez daha Selanik'te Sonbahar'ın bir küresel roman edasıyla yazıldığını hissediyoruz. Salman Rüşdi'nin (yine dünyaca ünlü 'üçüncü dünyalı' bir müzisyenin küresel yolculuklarına odaklanan romanı) Ayaklarının Altındaki Toprak'ı akla getiren bu yaklaşımın asıl sorunu, özgünlük ve bağımsızlığı yapay ve bağımsızlığı yadsıyan bir dille vaaz etmesi. Ulusalcılığın aşılmasını amaçlar gibi görünürken ulusalcılığı yeniden ve yeniden yaratan post-modern siyasi söylemler gibi, post-modernizmin edebi biçimlerinden olan küresel roman da otel odalarında veya uçaklarda küresel ekonominin işleyişlerini anlatmaya çalışırken eleştirdiği malzemenin keyfini çıkarmaya, bir kokain müptelası gibi burnuna yeterli miktarda popüler kültür çekmeden duramamaya başlıyor. 

 

Son sayfalarında bizi Yunanistan'a götüren Selanik'te Sonbahar bir  tür Akdeniz romantizmiyle kapanıyor. Mustafa Kemal'i bir Franız modernisti olarak değil Yunan romantik geleneği içinde yücelten anlatı, Yunanistan'daki IMF politikalarına karşı yükselen popüler hareketleri ve ayaklanmayı da bu geleneğin ucuna ekliyor. "Dağılmış gösterinin ardından Aristoteles Meydanı kirli ve dalgın. Her yana saçılmış kâğıt ve eşya yığınını temizlemeye çalışan çöpçülerle kaldırıma oturmuş sigara içen polislerin önünden geçerken Akdeniz'e bakıyoruz: Marmara'yla kıyaslanmayacak kadar güçlü ve tekinsiz." Böylesi bölümlerde, anlatıcılarının birbirleriyle kurdukları  ilişkilerle uzun bir dansı andıran kitabın asıl özlemini çektiği şeyin modernist metafizik üzerine kurulu bir "Atatürk cumhuriyeti"nden çok modernizmin yıkımını amaçlayan bir "Akdeniz cumhuriyeti" olduğunu düşünmeden edemiyorsunuz.

 

Yorumlar

Yorum Gönder


Didaktizmden eser olmayan bir aşk hikayesi bu kadar düzeyli eleştirilebilir. İşin düzeysiz eleştiri kısmını nasılsa kitabın savunduğu fikirlerden hoşlanmayanlar yapacaktır. Nasılsa onların romanı okumak gibi bir derdi de yok:))

30%
70%

Yazarı kırmamak için çok uğraşılmış bir eleştiri. Ah şu ahbaplık ilişkileri. Kaya Bey gerçekten böyle mi düşünüyorsunuz? Hiç sanmıyorum. Roman çoğu yerde çocukça didaktik...

41%
59%

Nefis bir eleştiri.Üzerinde çok iyi çalışılmış.Tebrik ediyorum.Kaleminize sağlık...

30%
70%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.