Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Şaşırtıcı, hızlı ve heyecanlı



Toplam oy: 1094
Ned Beauman
Domingo Yayınevi

1985 doğumlu İngiliz yazar Ned Beauman’ın Boksör Böcek'ini özetlemek için aklıma gelen üç kelimeyi başlıkta kullandım; şaşırtıcı, hızlı ve heyecanlı. Genç bir yazarın elinden çıkmış gerçekten çok iyi bir ilk roman. Mükemmel bir dönem atmosferi kurmuş Beauman. İlk bakışta macera, gerilim türüne dahilmiş gibi görünmekle birlikte, ele aldığı meselelerle derinleşen, nazizim ve faşizmin hangi siyasi, toplumsal ve ekonomik koşullarda yükseldiğini ortaya koyan, alt sınıfları, soyluları, bilim adamlarıyla Avrupa toplumunun içinde bulunduğu sefaleti sergileyen Boksör Böcek hem çok özgün, hem çok dinamik, hem de çok keyifli.

 

 

Bir zamanlar Avrupa’da

 

Romanın hikâyesi gibi balık takma adıyla çağrılan kahramanı da biraz tuhaf. Kevin eski eser koleksiyonculuğu ile, en çok da Nazi dönemi hatıraları ile ilgilenen, geçimini topladığı malzemenin bir kısmını satarak sağlayan, yalnızlığa mahkum genç bir adam. Yalnızlığa mahkum, çünkü ender rastlanır Trimethylaminuria hastalığından muzdarip: “Trimethylaminuria, yeryüzünde sadece altı, ya da yedi yüz kişide görülüyor. Genlerimizdeki bir harf hatası yüzünden bedenlerimiz çürüyen balıkları ve vajinadaki bakteri enfeksiyonlarını kokutan, trimethylamine adlı kimyasal bir maddeyi parçalayamıyor(...) Trimethylamine terimize, sidiğimize, tükürüğümüze karışır, çevremizdeki havayı pıhtılaştırır. Tedavisi yoktur. Çoğumuzun lafı edilecek bir seks hayatı yoktur, çoğumuz otuzuna varmadan intihar ederiz. Eskiden internetteki trimethylaminuria destek grubu forumlarında epey bir takılırdım –bahsettiğim o kongreye en yakın şey bu forum sayfalarıdır; ama oradaki hava çok bunaltıcıydı. Oysa Nazilerden kalma hatıralık eşya toplama forumlarına ortak bir coşku ve dostça bir rekabet havası hakimdir.(...) Trimethylaminuria dışında bende astım, egzama, mesane si­vilcesi, hafif çaplı huzursuz bağırsak sendromu ve başka bir düzine ölümcül olmayan hastalık var. Bedenimi gittiğim her yere inleye inleye sürüklemek zorunda olduğumdan, Faulkner’ın söz ettiği o çocuk kalmış budala adamlardan biri gibi görmeye başladım kendimi.”



Sanki meydan okurcasına, bestsellerlerin tam teşekküllü ve yakışıklı kahraman tipine hiç benzemeyen, karizmatik yanı hiç olmayan bir insan tipi seçmiş Beauman. Parası yok, çekiciliği yok, cesaret ve atılganlık derseniz onlar da yok. Ama aklı yerinde Kevin’in, duyguları ve hayatta kalma arzusu da güçlü. Bu sayede eline geçen bir Hitler imzalı bir mektubun başına açtığı dertlere kafa tutabiliyor.



2000’li yıllarda uğrunda cinayetler işlenen Hitler’in teşekkür mektubu üzerinden hikayenin ikinci anlatım zamanına geçiyoruz, 1930’lu yıllara. Mektubun muhatabı Philip Erskine adlı İngiliz bir bilim adamı. Philip Erksine’le Berlin’de, romanın 1930’lu yıllarda geçen bölümünün kahramanı Seth Roach’ın peşinde dolaşırken karşılaşıyoruz. Seth Roach da alışılmışın dışında bir roman kahramanı. Dokuz ayak parmaklı, kısacık boylu, alkol müptelası, eşcinsel, Yahudi ve yoksul. Ama boks ringine çıktığında azgın bir boğaya dönüyor Roach. Philiph Erksine’i etkileyen onun bu gücü. Soylu bir İngiliz ailesinden gelen ve İngiltere’de Hitler hayranı faşist guruplara sempati duyan Erksine, dönemin ruhuna uygun biçimde üstün bir insan yaratmayı tasarlıyor. Böcekler üzerinde yaptığı deneyleri artık insanlara uygulamak ve ürününü Hitler’e sunmak hayalinde...



Ned Beauman işte bu mektubun yazılmasına yol açan olaylar dizisini polisiyelere özgü muamma ve entrikalarla, biraz bilim kurgu biraz da korku efektleriyle birlikte kurgulamış.  1930’lu yıllarla 2000’ler arasında gidip gelen ve giderek hızlanan anlatı bir yanda Kevin’in diğer yanda Seth Roach’ın düştükleri durumdan kurtulmak için çırpınışlarına odaklanırken Ned Beauman her iki dönemin karanlık yanlarına temas etme fırsatı kolluyor. Bestseller tarzı bir macera-gerilim romanı beklerken insandaki yıkıcılığı ve bu yıkıcılığın ideolojsi olarak faşizmi teşhir eden bir hikaye ile karşılaşmak doğrusu güzel bir süpriz. Ne var ki gerilimin olmazsa olmazları da ihmal edilmemiş. Son sahnede gerilimden korku türüne geçiyoruz;



“Kara kara, kımıl kımıl kusmuk Galli’nin koluna tırmandı, göğsüne yayıldı ve çenesine doğru yükseldi. Çığlık atmaya çabaladığı anda hemen ağzından içeri doldu. Galli arka üstü düşünce beceriksizce kendini yumrukladı; ama akıntıda bir yarık açmakta zorlanıyordu ve çok geçmeden her yeri katrana bulanmıştı. Sessiz bir hoşnutsuzlukla şakırdayan binlerce dil gibi bir ses duydum; kanları gördüm. Sonra, daha da kötüsü, kaynaşan kara balçığın altından beyaz bir şeyler geliyordu. Önce bütün bedeni ileri geri sallandı, sonra sadece elleri ve ayakları titremeye başladı, kısa sürede onlar da durdu. Saniyeler sonra Galli’den geriye kemikler, saç, giysiler ve ayakkabılar dışında hiçbir şey kalmamıştı. Sonra böcekler bana doğru yöneldiler.”

 



Romana yeni bir soluk

 

Sabitfikir dergisi Eylul sayisinda bir başka genç İngiliz romancısı China Miéville üzerinde durmuş ve “Perdido Sokağı İstasyonu” adlı  romanının “fantastikle bilimkurgunun, masalla kara ütopyanın, gothikle retro-fütüristiğin  tuhaf bir karışımı diyebileceğimiz steampunk” türüne girdiğini belirtmiştim. Ned Beauman’ın Boksör Böcek'i de streampunk’a yakın bir yerde duruyor.



Bir kaç roman örneğinden yola çıkarak genellemelerde bulunmak doğru olmaz ama farklı incelemeler de gösteriyor ki İngiliz edebiyatının genç kuşağında gerek içerik gerek biçim açısından eleştirel, muhalif arayışlar var. Boksör Böcek böyle bir arayışın ürünü. Bir yanıyla çok hızlı akan harketli ve gerilimli olaylar dizisi, diğer tarafta bu olaylara yol açan siyasi, ekonomik ve toplumsal meseleler; yazar her iki yanın da hakkını veriyor. Bilinen bir tarihi dönemden -1930’lu yılların Avrupa’sından- yola çıkmış, dönemin genel eğilimlerini bireysel hayatlar üzerinde işlemiş ve o tarihin günümüze bıraktığı mirasın izini sürmüş. Ned Beauman için geçmiş ölü bir şey değil. Bugünün neo-faşizmininin ya da neo-liberalizmin tarihsel köklerini -mesela bilim kılığına girmiş ideolojisinin ard alanını ya da kentsel ütopyalarını- ayrıntılarla işliyor.


   
Yazar iki zamanlı ve iki mekanlı (Berlin-Almanya ve Londra-İngiltere) romanında daha çok İngiliz toplumu üzerinde duruyor. Daha doğrusu Almanya’da faşizmin tabanı olan lümpen kesim, İngiltere’de ise faşizmi yaymaya çalışan aristokrat sınıfa mensup insanlar öne çıkmış. Bu insanlar üzerinden ırkçılık, anti-Semitizm, cinsiyet ve sınıf ayrımcılığı gibi geçmişin ve bugünün önemli sorunlarını hikayeye ve kurguya katmayı başaran Beauman’ın kara mizahı keskin bir eleştirel silah gibi kullandığını görüyoruz. Özellikle bilimi, hele ki dil bilimi ideolojinin basit bir aracına dönüştüren zihniyeti ortaya koyarken yarattığı sahneler hem gülünç hem ürpertici. Kusursuz bir insan ve kusursuz bir dil yaratma hayali ile İngiliz aristokrasinin çürümüş zihniyetini bir araya getirirken eleştirisini tarihsel olmaktan çıkarıp bugünlere kadar genişletiyor. Kitabın girişindeki yorumlardan birisi güzel özetlemiş; “pis bir ideolojiyi neşeli hale sokmak ustalık ister ve beauman bu konuda hiç tereddüt etmiyor”



Barındırdığı siyasi ve ideolojik geri planı bir yana bırakalım, 1930’ların toplumsal hayatını da güzel yakalamış. Boks maçları, bahisler, gece kulüpleri, cinsel açıdan baskılanmışlığın geldiği patlama noktası, soyluların malikaneleri, hisse senetleri, üniversiteler, bilim adamları, din adamları, hizmetçiler, lümpen kabadayılar, grev yapan işçiler, grev kırıcıları... ne ararsanız, tekmili birden hikayede boy gösteriyor. Ve onları kucaklayan bir dili var Beauman’ın; kimi zaman arsız, edepsiz, küstah kimi zaman özenli ve incelikli bir dille geçmişten bugüne şaçırtıcı bir yolculuğa çıkarıyor okuyucusunu.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.