Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Sekteye uğrayan öykü



Toplam oy: 729
Tommi Kinnunen // Çev. Tulan Yanardağ
Alabanda
Dörtyol Ağzı, Fin edebiyatının Türkçedeki yerini ve nasıl karşılandığını anlamak için bir kılavuz adayı olabilir.

Türkiye’de pek bilinen, tanınan bir edebiyat değil Fin edebiyatı; ve görünüşe bakılırsa, çok da rağbet görmüyor. İskandinav edebiyatı, Türkiye’deki etkisini gerek polisiyeyle gerek dram türünde romanlarla genel olarak gösteriyor aslında ama özellikle İsveç ve Norveç edebiyatının bilinirliği ve okunurluğunun yanında Fin edebiyatının birkaç adım geride kaldığı apaçık görülüyor. Tommi Kinnunen’in Dörtyol Ağzı ise, Fin edebiyatının bu anlamdaki eksikliğini tamamlamaya aday bir roman olarak nitelendirilebilir. Kitabın iki önemli özelliği, okumadan önce okurun zihninde fikir oluşmasına olanak sağlıyor zaten: Birincisi, romanın Finnis Booksellers’ Association ile The Grand Finnish Jorunalism 2014’ün En İyi Kitabı ödüllerini kazanmış olması; ikincisi ise, Kinnunen’in her iki ödülü de ilk romanıyla alması.

 

Aşk, aile ve arkadaşlık çerçevesinde bireylerin birbirleriyle nasıl ilişki kurduğunda odaklanan Dörtyol Ağzı, her kişinin farklı arzularla hareket ettiğini ama buna rağmen karmaşık toplumsal ilişkiler bütünündeki konumlanmaların, fedakarlıkların, vazgeçişlerin ve ısrarların nasıl gündeme geldiğini ele alıyor. Birbirlerinden epey farklı dört karakterin ve kabaca iki kuşağın öyküsünü anlatan kitap; Maria, Lahja, Kaarina ve Onni’nin hayatlarının kesişim noktalarını konu ediyor; ama daha çok da Maria ve Lahja’nın...

 

Ebe olan Maria’nın başarısızlığıyla ve bir çocuğun ölümü ile tanışıyoruz. Sonla başlayan Maria’nın hikayesi, ebelik okuluna girmesinden, işini yapmaya başladığında yerel ebelerden daha itibarlı olmasına rağmen toplum geleneklerinden ötürü ikinci planda kalışına kadar geniş bir öykü. Yani, daha romanın ilk sayfalarından itibaren toplumsal cinsiyet konusunun sıklıkla vurgulandığını görmek mümkün. Maria’nın bisiklete binişi, etraftaki erkeklerin ona bakışı ve tek başına hayat mücadelesi veriyor oluşu; kitabın anafikrindeki, insanların birbirleriyle kurduğu ilişki biçimlerinin ters yüz edilebilme ihtimalinin kanıtları...

 

Eve kapanan, kendi arzularından ziyade ailesinin arzularını düşünmek zorunda kalan, –hikayenin merkezinde olsun ya da olmasın– kadınların toplumsalın içinde nasıl sıkışabildiğini ve kaçışa yarayacak çatlaklara yönelebildiğini güçlü bir şekilde okura hissettiren bir roman Dörtyol Ağzı. Bununla birlikte İkinci Dünya Savaşı’na giden erkeklerin yaşamış olduğu travma da kitapta azımsanamayacak ölçüde dile getirilmiş; özellikle Maria’nın kızı Lahja’nın eşi Onni’nin savaşta yaşadıkları, onu konuşmaktan, cinsel hayattan, genel olarak da hayatı muhatap almaktan yoksun bırakmış olmasıyla.

 

Romanın genelinde lineer bir zamansal aktarım biçimine yönelmiş Kinnunen; ancak bunu yaparkenki tercihi, akan bir anlatımın tam tersine radikal biçimde parçalı bir öyküleme. Bir anda on yıl birden ileri gidilen, karakterlerin algılarının, davranış şekillerinin yanı sıra toplumsal değişimin de görüldüğü parçalar, Dörtyol Ağzı’nın yapısını oluşturuyor. İlk bakışta bu tür bir anlatımın daha geniş bir resim oluşturduğu söylenebilir ama bölümler arasındaki zamansal farklılık okurun romanla arasına bir mesafe koymasına da yol açıyor kimi zaman. Her ne kadar bu yöntem karakterlerin ve toplumun zihniyetinin nasıl evrim geçirdiğini ve geri döndürülemez değişimlerle imlendiğini idrak edebilmek adına pekala bir fırsat olarak nitelenebilir olsa da, hikayenin koptuğu ve tekrar birleştiği noktaların, okuyucu deneyiminin sekteye uğramasına yol açtığı da iddia edilebilir. Aslında kitapta kullanılan dil, bu noktada daha “problemli” görünüyor. Zira yazarın cümlelerini bütün hamlığıyla karşılamak büyük bir çaba sarf etmeyi zorunlu kılıyor. Bunun kişisel bir algı sorunundan mı kaynaklandığını –pekala bir yazarın dilini yeterince anlayamamış olabilirim– yoksa bir çeviri problemi mi olduğunu söylemek güç. Kaldı ki Kinnunen’in romanları İngilizcede de olmadığından, dil konusunda bir karşılaştırma yapmak mümkün değil.

 

Bir taraftan da Kinnunen’in kullanmış olduğu anlatım biçimi Finlandiya’da epey geçerliyken, bize fazla yabancı kalıyor olabilir. Ne de olsa Türkçede yeterince Fin edebiyatı örneğine rastlayamıyoruz. Ancak Kinnunen’i İskandinav edebiyatının bir parçası olarak tanımlayacak olursak, Per Petterson’dan, Erlend Loe’dan ve Karl Ove Knausgaard’dan hayli farklı olduğunu görürüz. Kinnunen’in Dörtyol Ağzı, Fin edebiyatının Türkçedeki yerini ve nasıl karşılandığını anlamak için bir kılavuz adayı olabilir.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.