Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Sokrates okumamızı neden istemiyordu?


Gayet iyi
Toplam oy: 747
Maryanne Wolf // Çev. Ferit Burak Aydar
Koç Üniversitesi Yayınları
Bir akademisyenin elinden çıktığı halde sadece akademisyenleri değil, okuyan herkesi ilgilendiren bir kitap bu.

Thomas Mann, alfabenin doğuşuna ilişkin “Kanun” adlı kısa hikayesinde anlatıyor: Tanrı, Musa’dan 10 emrini dünyadaki her insanın anlayabileceği biçimde iki tablete oymasını ister. Fakat Musa işin içinden bir türlü çıkamaz; Mısır’da ve Akdeniz bölgesinde kullanılan semboller, emirleri aktarma konusunda yetersiz kalmaktadır çünkü. Bir süre sonra Musa, nesnelere karşılık gelen değil, konuşurken çıkardığımız her ses için bir sembol barındıran ve her halkın kendi dilini kağıda dökmek için kullanabileceği evrensel bir yazı sisteminin gerekliliğini fark eder ve icat ettiği bu sistemi Tanrı’nın emirlerini tablete oymak için kullanır. Diyebiliriz ki, Thomas Mann bu hikayesiyle alfabenin işlevselliğini vurgulamakta, bir yandan da konuşurken çıkardığımız seslere ilişkin artan bir farkındalık –yani daha komplike beyin fonksiyonları– talep ederek evrimleştiğini göstermektedir. Öte yandan, Mann’ın hikayesine biri parantez açacaksa, şaşıracaksınız ama, o da Sokrates olacak, Musa’nın emirleri yazmasına karşı çıkacaktır. “Kanun” adlı bu hikayeyi ve Sokrates’in hayatında tek bir kelime bile yazmadığını aktaran Proust ve Mürekkepbalığı kitabına göre, Sokrates yazıyı “canlı konuşma” alışkanlığını körelten “ölü bir söylem” diye niteliyor, kitapların çok okuyanın çok bildiğini sanması gibi riskler taşıdığını savunuyordu. İronik biçimde, bu itirazları öğrencisi Platon tarafından kağıda döküldükleri için biliyoruz.

 

“Sokrates’in bundan iki bin küsur yıl önce okuryazarlık konusunda gündeme getirdiği sorunların 21. yüzyılın başında birçok kafa kurcalayıcı meseleyi ele aldığını fark ettiğimde şaşırmıştım. Sokrates’in sözlü kültürden yazılı kültüre geçişe dair kaygıları ve bunun özellikle de gençler için teşkil ettiğini düşündüğü riskler çocuklarımızın dijital bir dünyaya dalıp burada kaybolmalarına dair endişelerimle örtüşüyordu.” Proust ve Mürekkepbalığı’nı kaleme alan Maryanne Wolf’un endişeleri sürpriz veya yersiz değil şüphesiz. Dijital dünyanın bizi maruz bıraktığı bilgi bombardımanı –Sokrates’in önemini savunduğu– her bilginin altında yatanları çıplak bırakacak kadar sorgulanmasını neredeyse imkansız hale getirip okuduklarımızı içselleştirecek zamanı bize tanımasa da, Sokrates’in esas korktuğunun okumak değil, lüzumsuz bilgi ve onun doğal sonucu olan yüzeysel anlayış olduğunu akılda tutmak gerek. Şöyle diyordu o: “Her söylev bir kez yazıldıktan sonra, artık her yeri dolaşmaya koyulur. Ona kulak kesilenin de onunla hiç işi olmayanın da eline geçer ve kime konuşup kime konuşmaması gerektiğini bilmez. Hırpalandığında ve haksız yere kötülendiğinde ise hep babasının yardımına ihtiyaç duyar; çünkü ne kendisini koruyabilecek ne de zorluklarla baş edebilecek gücü vardır.”

Okuma merkezi diye bir yer

 

Boston’da Tufts Üniversitesi’ndeki Pearson Çocuk Gelişimi Bölümü’ne bağlı Okuma ve Dil Araştırmaları Merkezi’nin başındaki Maryanne Wolf, disleksiden (okuma güçlüğü) mustarip kişileri incelemenin beynin okuma sırasında izlediği yolu keşfetmenin etkili bir yöntemi olduğunu ifade ediyor. Disleksinin beynin okuma merkezindeki bir problemden kaynaklanmadığını çünkü beyinde böyle bir merkez bulunmadığını belirten Wolf, doğrudan okumayla ilişkilendirebilecek bir genetik kodlamadan bahsedilemeyeceğini, her çocuğun okumayı sökerken insanlığın yüzlerce yılda attığı adımların üzerinden hızlıca geçtiğini, okumak için beynin farklı bölgelerinin birlikte çalışmayı öğrendiğini ve usta bir okurda bu işbirliğinin yazıdaki manayı çözmeye zaman tanıyacak kadar otomatikleştiğini anlatıyor.

 

 

 

"Disleksi okuma bozukluğu değildir," diyen Britanyalı nöropsikolog Andrew Ellis de, "insan evrimi açısından bakıldığında, beynin zaten okumak için evrilmiş olmadığı gerçeğine dikkat çeker; gördüğümüz gibi, sadece okumaya özgü genler ya da biyolojik yapılar yoktur. Bunun yerine, okumak için her beyin esasen başka işler için tasarlanmış ve genetik olarak programlanmış eski bölgeleri (mesela nesneleri tanımak ve adlarını hatırlamak) bağlayarak yeni devreler yaratmayı öğrenmelidir. (…) Disleksinin sebeplerini bulmak için beynin eski yapılarına ve bunların çoklu süreç, yapı, nöron ve gen katmanlarına bakmamız gerekir ki, bunların hepsi de okuma devresini oluşturacak şekilde hızlı bir eşzamanlılıkla bir araya gelir."

 

Disleksi üzerine çalışmalar yürüten Maryanne Wolf’un ilk oğlu da okumayı sökmekte zorlanmış. Yazarın Proust ve Mürekkepbalığı’nda okuma güçlüğü çeken çocukları incelikli olarak tarif edebilmesinin sırrı da, onu bu kitabı yazmaya iten sebeplerden biri de bu olabilir belki: “Parlak bir çocuk, mesela bir oğlan çocuğu okula içi kıpır kıpır, hayat dolu bir şekilde başlıyor; herkes gibi o da okumayı sökmek için epey çabalıyor, ama ne oluyorsa oluyor, diğerlerinin aksine okumayı bir türlü sökemiyor; ana babası daha çok çabalamasını söylüyor; öğretmenleri 'potansiyelini kullanmadığını' söylüyor; diğer çocuklar ise 'gerzek' ve 'aptal' olduğunu söylüyor. Bir baltaya sap olamayacağı mesajını net bir şekilde alıyor ve okula gittiğindeki hevesli halinden eser kalmadan okulu terk ediyor. Sırf bir çocuk okumayı sökemedi diye bu hikayenin kaç kez yaşandığını varın siz düşünün."

 

Her çocuğun okumayı sökebileceğini, sadece bazı çocuklara okuma öğretilirken farklı yöntemler izlenmesi gerektiğini anlatan Wolf, bu güçlüğün “aptallıktan” değil, beyin yapısındaki –kimi zaman oldukça işlevsel– bir farklılıktan kaynaklandığını söylüyor. Thomas Edison, Leonardo da Vinci, Albert Einstein, Andy Warhol, Picasso, Keira Knightley ve Johnny Depp gibi “ünlüler”in okuma güçlüğü çektiği düşünüldüğünde Wolf’un hiç de haksız olmadığı ortaya çıkıyor.

 

Beş yaşından küçük çocukların nadiren okumayı sökebileceği gerçeğinin de altını çizen Proust ve Mürekkepbalığı, çocuklara sadece aptal gibi değil, yaşıtlarına fark atacak bir proje gibi de davranılmaması gerektiğini hatırlatan, okuyan beynin bilimine giriş niteliği taşıyan, bir akademisyenin elinden çıktığı halde sadece akademisyenleri değil okuyan herkesi ilgilendiren, beynin dijital dünyaya nasıl uyum sağlayabileceği üzerine de düşündüren bir kitap. Hatırlattığı en büyüleyici şey ise, okuyabilmek için değişen beynin, okuduklarıyla da değişmeyi sürdürdüğü…

 

 

 


 

 

 

 

Görsel: Eren Su Kibele Yarman

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.