Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Tarihi Komplo Teorileri, Kimlerin Yeni Afyonu?



Toplam oy: 1070

Komplo teorileri bir nevi inanç gibi, yazan için de, okuyan için de öyle... Sorgulamaya gelmez, aksi takdirde öyle derin boşluklar, öylesine bilinçli-bilinçsiz çarpıtmalarla karşılaşırsınız ki, çıkış yolu görünmez olur önünüzde. “Resmi tarih için de aynısı geçerli değil mi?”, diye soranlar olacaktır elbette, ama dediğim gibi hepsi temelde inanç meselesi, hatta belki de boşlukları karşılıklı doldurma çabası.  Komplo teorileri, ister resmi tarihin daha çok içimizde bıraktığı boşlukları doldurmak adına okunsun, ister modern mitolojik metinler olarak ele alınsın, ilgi çektikleri kesin. İyicil bakış açısıyla, edebiyatta ve sinemada son dönem gözlenen fantastik sapmanın tarihi versiyonu olarak da kabul edilebilirler. Ancak, madalyonun ters yüzünde tehlikeli bir sapma mevcut. Zira geleceğimizi geçmişin bilgisi ve düşüncesiyle inşa ettiğimiz düşünülürse eğer bu “çok satan”, “çok okunan” sapmaları göz ardı etmemek gerekliliği öne çıkacaktır. Tıpkı Burhan Yılmaz’ın son çalışması “Türklerin Kültürel ve Kozmik Kökenleri”ne yapmamız gerektiği gibi.

“Türklerin Kökenleri Kayıp Kıta Mu’ya mı Uzanıyor?” alt başlığıyla yayımlanan kitap, Burhan Yılmaz’ın diğer kitaplarında da görülen kayıp kıta Mu, Atlantis, kayıp krallık Agarta, Şamballa ve Sirius inancı ekseninde şekilleniyor yine.  Kayıp kıta inancının yerlileşmiş bir versiyonuyla karşılaşıyoruz burada. Daha doğrusu Türkleştirilmeye çalışılmış, Türklüğe adapte edilmeye çalışılmış bir tarihi teoriyle. Yılmaz’a göre Mu kıtası batarken kıtadan kaçan üstün insanların büyük bir kısmı Orta Asya’ya yerleşir ve oradan tüm dünyaya yayılırlar. Bu yayılış sırasında da kendi üstün dinlerini, kültürlerini, elbette bir gizem perdesi altında, devam ettirirler. Amaçları tek tanrılı dini kabul ettirmektir. Bu kolun en önemlilerinden biri Mısır kültürünü ve dinini yaratmış ancak firavun Akenaton Mısırlı rahiplerce öldürülünce onun yaymaya çalıştığı tek tanrılı din yozlaşmıştır.  Yılmaz, Mısırlılar’a ek olarak bu üstün insanların Uygurlar’a, oradan da günümüz Türkleri’ne ve Anadolu’ya sirayet ettiklerini ileri sürüyor. Ancak Uygurlar’ın ve devamında gelen Türk kavimlerinin çok tanrılı, şamanist-animist oldukları bugün çok iyi bilinen tarihi bir gerçek. Bizim gördüğümüz, Yılmaz’ın ise görmeyi kabul etmediği bu gerçek “Mu”luların tek tanrılı dini yayma çabalarının Türkler üzerinde çok, ama çok geç sonuç verdiği.  “Türklerin Kültürel ve Kozmik Kökenleri” bu türden pek çok boşlukla dolu. Bu boşluklar ise son derece zorlama görünen adaptasyon çabalarının altını fena halde oyuyor.

Bugün zaten oldukça tartışmalı bir alan olan kayıp kıta meselesini belli bir ırka mal etme çabası Burhan Yılmaz’ı öylesine fantastik bir aleme sürüklüyor ki, Atatürk’ün Türk tarihi üzerine yaptırttığı çalışmaları referans göstermesi bile çalışmayı kurtaramıyor. Üstelik sadece Atatürk de değil;  Kuran, çeşitli Türk destanları ve söylenceleri ve alternatif tarih araştırmacıları da dahil olmak üzere Yılmaz’ın gösterdiği referanslarla anlatmaya çalıştığı şeyin arasında öylesine zayıf bağlantılar var ki, sözün nereden gelip nereye gittiğini anlamlandırmak mümkün değil. Sanırım tüm tarihi komplo yazarlarının içerisinde, en çok Burhan Yılmaz, böylesine milliyetçi ve eril bakış açısıyla temeli olmayan bir tarih yaratma adına öne çıkıyor. 

Orta-Asya’da bulunan Türk piramitleri dolayısıyla “medeniyetin asıl yaratıcısının Türkler olduğu” sonucuna varan ve bu “olağanüstü keşif”ten hareketle Anadolu’da yaşayanların içinden geçtikleri “göksel eğitim”in de katkılarıyla gizemli bir görevleri olduğunu vurguluyor yazar. Bu görev öylesine gizemli ki, Yılmaz bile onu okurlarıyla paylaşmıyor. Sayfalarca, bir görevimiz olduğunu öğreniyor, ancak bu görevin ne olduğunu anlayamadan, bir de bakıyoruz ki uzaya çıkmışız, üstelik buraya da bir bölüm önce Hitler’in yürüttüğü Yıldız Savaşları’ndan gelmiştik!

Sadece içerik değil “Türklerin Kültürel ve Kozmik Kökenleri” teknik olarak da oldukça sorunlu bir çalışma. Burhan Yılmaz’ın aktardığı bir görüş, birkaç bölüm sonra başka bir araştırmacının alıntı yapılan makalesiyle bire bir aynı... Kitap bu türden tekrarlarla dopdolu. Kaynak gösterip teoriyi açıklamak, derinleştirmek yerine kendi görüşünü dayatmakta ısrarcı davranıyor Yılmaz. Üstelik bunu öylesine açıktan açığa yapıyor ki, bir okur olarak zaman zaman sizi şaşkınlığa düşürüyor. Sirius yıldızıyla ilgili bazı yazarların görüşlerine cümle cümle yer verirken, yine aynı yazarların diğer görüşlerini tutarsız bulduğunu da açık açık söylüyor mesela (s.169). 

Dünyayı değiştirecek, güzelleştirecek özel bir şifreye, donanıma hatta üstün genlere sahip olmayı hangi millet istemez ki, onu özellikli kılacak üstün bir uygarlığa ulaşmayı... Dünya yüzünde kayıp bir kıta olabilir, esas güneşimiz de sirius, bunların hiçbirine kişisel itirazım yok, hatta Burhan Yılmaz’ın anlattığı diğer tarih bizim bildiğimizden çok daha eğlenceli, ilgi çekici geliyor kulağa. Ancak, iş olmayacak bir dayatmaya, daha keskin, daha körü körüne bir milliyetçilik anlayışına, var olmayan meziyetlerle böbürlenmeye, bir de doğru sözlerden akıl almaz sonuçlar çıkarmaya gelince... “Türklerin Kültürel ve Kozmik Kökenleri”nin ülkemizdeki kimlik sorunlarına, toplumun ihtiyaç duyduğu tarih bilincine ne gibi bir hizmeti olabilir? Çok tartışmalı.  Sağduyu, bir araştırmacı-yazarın hiç yitirmemesi gereken bir meziyet ve yayımcılık toplumsal sorumluluk gerektiren bir meslek. Bazen anımsamakta fayda var sanırım. 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.