Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Teoriden sonra hayat ya da romancının zulmü



Toplam oy: 1269
İhsan Oktay Anar
İletişim Yayınevi
İhsan Oktay Anar, yaradılış mitine ve semavi dinlerin yaşam ve insan algısına dair bir parodi yazmaya soyunduğu halde, hikayesini eril bir bakış açısıyla kaleme almış.

“ 'Artık yoruldum ve yarın dinleneceğim, siz de öyle yapın." Kitabın son cümlesi de bu cümle idi.' ” Yankılamak gibi olacak ama işte Yedinci Gün’ün sonu, son iki cümlesi… Heyecanlı aşk ve polisiye romanları seven okurlar yılların alışkanlığıyla kitabın sonunu başta söyleyenleri her zaman olduğu gibi kınayacaklardır lakin, endişe etmeye gerek yok, çünkü Yedinci Gün'ün sonu aslında hikayenin de başlangıcı. Çünkü, insanın başlangıcı. Çünkü bu hikaye her şeyden önce insan yaşamını anıştırmanın, onun zaman içindeki döngüsel doğasını ima etmenin hedeflenmesi: Rüya içinde rüya içinde bir başka rüya olsa olsa… Yazdığı ilk roman Puslu Kıtalar Atlası yayımlanır yayımlanmaz bir fenomene dönüşen, yıllar içinde çoksatar olma pahasına da olsa etkisinden hiçbir şey kaybetmeyen İhsan Oktay Anar altıncı kitabı Yedinci Gün'le karşımızda…

 

İhsan Oktay Anar denince okurunun aklına ne gelir? Asla kahraman olmayan, kahraman olacak kadar işlenmeyen karakterler; postmodern roman tekniğiyle harmanlanmış doğu felsefesi; ironi; parodi; kurguyu başından sonuna bir bıçak gibi kesen cinayetler ve hikayelerin geçtiği dönemle bağlantılı olarak, anlaşılmaz olsa da üzerimizde hayranlık uyandıran Osmanlıca kelimeler, Osmanlıca yaşayış, düşünüş ve hikaye ediş biçimleri… Evet, hiç şüphesiz Yedinci Gün de bütün bunları aynı anda içeren bir İhsan Oktay Anar romanı. Anar, bu defa semavi dinlerin tam ortasında yer alan yaratılış mitolojisini,  Osmanlı’nın sanayileşmeye başladığı, sanayi ile tanıştığı döneme yerleştiriyor.

 

Kahramanımız İhsan Sait, İdris Amil Zula, Ali İhsan ya da İnsan-ı Kamil olma yolunda ilerleyen bir zat...  Kendi ipiyle bile kuyuya inmeyen İhsan Sait, bütün hayatı dubara, kafes, güm, bot, kıtır, polim, tıraş ve katakofti olan, seciyesiz bir batakçı, haysiyetsiz bir düzenbaz, ciğersiz bir kaşkarikocu. Yani, Baba-Oğul ve Kutsal Ruh düşüncesinin bir parodisi olarak Baba, Oğul ve Hayalet olarak üçe ayrılmış hikayemizin “Baba”sı…  İhsan Sait, cinai yoldan elde ettiği servetle demir minareleri keşfediyor, bir telsiz sayesinde servetine servet katıyor, bir zeplin ve tayyare yapıyor ve kendini dondurarak hikayesini geleceğe taşıyor. Bütün bunları yapmasının sebebi ise gelecekten kendi kendisine haberler verme kabiliyeti. Ama kendisinin de pekala altını çizdiği gibi İhsan Sait’e güven olmaz, neyi niye yaptığına kimse akıl sır erdiremez.

 

Uzatmayayım, İhsan Sait, İdris Amil, Ali İhsan… ve diğerleri aracılığıyla son yüzeli yılın mitlerle, kutsal kitaplarla harmanlanan, sanayi ve moderniteyle tekrar tekrar bozuma uğrayan  insanlık hikayesini yazmaya niyetlenmiş Anar. Niyetle kalmamış, bunu başarmış da. Roman sanatının analitik düşünce çerçevesinde, bir mühendislik ve mimari çalışması olduğunu, bunun sadece ve sadece böyle olduğunu kabul edersek tabii... Henry James, Flaubert’in Madam Bovary’den sonra yazdıkları için “önce teori, sonra kurgu”, tespitinde bulunur. Teoriyi hikayeden önce çıkarmanın bu yazarın felaketi olduğunu ve işte tam da bu nedenle Madam Bovary’den sonra gelen bütün çalışmalarının teknik olarak güçlü olmakla beraber, bu romanın ruhen zayıf bir yankısından öteye gidemediğini söyler.  Anar, Yedinci Gün'le bir yazar olarak soyutlamada ve parodide öylesine ileri bir seviyeye taşımış ki kendini, hayranlık duymamak elde değil. Ama bütün bunlar roman boyunca içimizde dolaşan plastik hissiyatı gidermekte yeterli olmuyor.  Anar,  Henry James’in yorumladığı Flaubert gibi, yaşamdan önce teoriye, ruhtan önce kalıplaşmış insan düşüncesine takılıp kalıyor sanki. Yaradılış mitine ve semavi dinlerin yaşam ve insan algısına dair bir parodi yazmaya soyunduğu halde hikayesini bu derecede eril bir bakış açısıyla kaleme almasına da içerliyoruz her şeyden önce. Ama kim bilir bu ileri seviyedeki tür belki de zaten doğası gereği bunu gerektiriyor.

 

Roman boyunca bizi takip eden, daha doğrusu hikayeyi takip etmemizi zorlaştıran, karakterleri elimizden kaçırmamıza yol açan anlatısal yapı “Oğul” bölümünde en sabırlı okuru bile çıldırtacak derecede, şahikasına çıkıyor. Sayfalar boyu dur durak bilmeden, nefes almadan, boşluk bırakmadan, herhangi bir kahramanı imleyip anıştırmadan ilerliyor bu bölüm. Ve hikayeyle son derece hayal kırıklığı yaratacak derecede zayıf bir bağlantı kurarak nihayetleniyor.

 

Yazarın diğer tüm romanlarında olduğu gibi hiçbir karakterle özdeşim kuramıyoruz, zaten biliyoruz ki Anar’ın bir yazar olarak isteği, tercihi bu. Ancak bu istek Yedinci Gün için temel bir çelişkiye yol açıyor. Yedinci Gün, bizi toplumsal, kültürel, siyasi anlamda insan tabiatına dair bir hikayeye davet eden yapısına karşı çalışıyor sanki tuhaf bir şekilde... Ortaya temel bir boşluk, bir tür kara delik çıkıyor. Dilde ve kurguda böylesine ustalaşmış bir yazarın yine de hepimizi bile isteye bu kara deliğin içine çekmeye çalıştığını düşünmek istiyorum açıkçası. Ve soruyorum İhsan Oktay Anar, bunu bize neden reva görüyor?

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.