Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Tolstoy, Diriliş: Güncel bir roman



Toplam oy: 1695
Lev Tolstoy
Can Yayınları
Hapishane, kendisine atfedilen iki görevinde de başarısız olmuştur; cezalandırma ve ıslah. Aksine, hapishane mahkumların kitleler halinde bir araya gelebildikleri bir alan yaratır.

 

Şanlıurfa cezaevinden yangın ve ölüm haberleri geldiği sırada; Tolstoy'un, adalet, ceza ve mahkumiyet meselelerini yüzyıldan uzun bir süre önce sorgulamakta olduğu Diriliş ismindeki romanını bitirmek üzereydim.



'Hayata Dönüş Operasyonu' gibi yakın tarih olayları, hapishanelere kapatılan ve orada tacize-tecavüze uğrayan çocukları, kitap yazdığı, haber yaptığı için tutuklanan entelektüelleri olan bir ülkede yaşayan bizler için bu roman fena halde güncel.

 

 

 

 

 

Romanın baş kişisi Dmitriy Nehludov, gençliğindeki idealist fikirleri çok önceleri bir kenara atmış, annesinden miras kalan toprakların getirdiği parayla kentte lüks bir hayat süren, zamanını davetlerde yiyip içerek ve hoş sohbetler ederek geçiren bir Rus aristokratıdır. Bir zamanlar toprak mülkiyeti, eşitlik, adalet gibi konuları sorgulayan bir tez yazmış olsa da, son zamanlarda kafasını kurcalayan tek şey, evli bir kadınla yaşadığı ilişkisini sonlandırıp sonlandırmayacağı ve ona uygun görülen bir şekilde soylu bir kadınla evlenip evlenmeyeceğidir.



Oysa, davet edildiği jüri görevi için adliyeye gittiğinde, çoktan geride kaldığına inandığı bir geçmişin hayaletleri ile karşılaşır. O gün jüri heyeti olarak yapacakları hatanın ağır sorumluluğu, uyanan hatıralarla birleştiğinde Nehludov hayatını ve inançlarını derinden değiştirecek bir iç yolculuğa başlar. Bu iç yolculuk gerçek bir yolculuğa dönüşerek onu Rusya'nın daha önce hiç bilmediği köşelerine taşıyacaktır; mahkemelerin, cezaevlerinin, kürek mahkumlarının, siyasi hükümlülerin, suçu olmadığı halde hapis tutulanların, bir soylunun emri ile hapse atılabilen ya da serbest bırakılabilen köylülerin dünyasına.



Başkahraman Nehludov, tanıştığı bu insanlar ve tanık olduğu manzaralar sebebiyle büyük bir dönüşüm yaşarken, biz okuyuculara da, hapishaneler ve adalet hakkında oturup düşünmek kalır. Suç nedir, peki ya adalet? Kimin kimi yargılamaya hakkı vardır, yargılayanlar ile yargılananlar arasındaki fark nedir? Adaletsizlik, içinde yaşadığımız toplumun temelini oluşturuyor ise, nasıl olur da bir takım insanlara suçlu demek mümkün olabilir? Rusya'nın yeraltına yaptığı bu yolculuk, Nehludov'un bütün bu sorulara vereceği cevapları en baştan değerlendirmesine yol açar. Onun, daha önceden hiç tanımadığı, tanısa da ürkeceği kimselerle düşünsel ve duygusal olarak yakınlaşmasına sebep olurken, kendi sosyal çevresinden hızla uzaklaşmasının da yolunu açar.

 

 

 

 

 

 

Tolstoy'dan yıllar sonra bu konulardaki en önemli referans kitaplardan birisini (Hapishanelerin Doğuşu) yazacak olan Michel Foucault, hapishanenin modernitenin en başarısız deneyi olduğunu öne sürecektir. Hapishane, kendisine atfedilen iki görevinde de başarısız olmuştur; cezalandırma ve ıslah. Aksine, hapishane mahkumların kitleler halinde bir araya gelebildikleri bir alan yaratır. Cezasını tamamlayan mahkumların büyük kısmı kısa sürede hapishaneye geri döner. Foucault, hapishanenin tek başarısının, kontrol dışı bir olgu olan 'suçlu'yu ortadan kaldırarak, istatistiklere dökülmüş, kaydı tutulmuş, sabıkalı olarak mimlenmiş 'mahkum'u yaratması olduğunu öne sürer. O halde, hapishane yalnızca dört duvar ve parmaklıklardan ibaret bir mimari yapı değil, kayıt altına alma ve gözetleme üzerine kurulu bütün bir toplumsal düzenin temsilidir.

 

Günümüzde, gözetleme ve kayıt altına alma imkanları tarihin hiç bir döneminde olmadığı kadar gelişmişken, toplumlar bu konuda fena halde gönüllüyken, hapishaneler üzücü olaylarla gündeme gelirken ve adalet duygumuz her geçen gün sarsılırken Tolstoy'un bu romanı, klasikler rafından 'Güncel Edebiyat' rafına doğru göz kırpmayı hak ediyor bana kalırsa.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.