Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Tuhaflıklar silsilesi ve öteki meselesi



Toplam oy: 651
İletişim Yayıncılık
İletişim Yayıncılık
Özenli, sade ve güncel diliyle okuru kurduğu hikayenin içine kolayca çekivermek, bir yandan da yarattığı tekinsiz ve muğlak atmosferle metin boyunca daima tedirgin etmek, ironiyi ve absürdü yerli yerinde kullanıp boğuculuktan sıyrılmakta maharetini daima kusursuzca sergileyen bir yazar Hakan Bıçakcı.

Hakan Bıçakcı’yı okuma kılavuzu minvalinde bir kitapçık olsa elimizde; rüya, kabus, tuhaflık, muğlaklık, fantastik, korku, yalnızlık, gerçeklik algısı, klostrofobik mekanlar, distopya ve yabancılaşma ana maddelerini oluştururdu şüphesiz. Özenli, sade ve güncel diliyle okuru kurduğu hikayenin içine kolayca çekivermek, bir yandan da yarattığı tekinsiz ve muğlak atmosferle metin boyunca daima tedirgin etmek, devamını merak ettirmek ama okunan kısımdan da bir türlü emin olunmamasını sağlamak, ironiyi ve absürdü yerli yerinde kullanıp boğuculuktan sıyrılmakta maharetini daima kusursuzca sergileyen bir yazar Hakan Bıçakcı. İletişim Yayınları’nın “resimli hikaye serisi”nin bize son armağanı Otel Paranoya’da alışageldiğimiz üslubunu bu kez Dostoyevski’yi de selamlayarak sürdüren Hakan Bıçakcı’nın leziz öyküsü, Berat Pekmezci’nin harikulade çizimleriyle canlanmış.


Havasız, zevksiz döşenmiş, pek de ahım şahım olmayan bir oteldeyiz. Rahatsız edici bakışlarıyla bir resepsiyon görevlisi, yığın yığın müzik kasetleri, unutulan ama aslında unutulmayan bir sırt çantası, garip oda numaraları, odalardan gelen anlaşılamayan bağrışmalar, televizyonlarda tekrar eden sahneler buyur ediyor bizi hikayeye. Tam adsız kahramanımızın dalgınlığına ikna olacağımız ve bütün olan biteni bir kafa karışıklığına yoracağımız sırada işin seyri değişiyor.


“Tuhaflıklar dördüncü gün başladı. Tuhaflıkların genel seyrinin aksine gündüz. Hatta sabah kahvaltısında. Her şey bununla kalsa manasız bir acayiplik olarak unutulup gitmeyi hak edecek türden bir vakaydı. Ancak devamında olup bitenlerle birlikte düşünüldüğünde, her şeyin başlangıcı olduğu ortadaydı.”

 

 

Çorbalara katılan tutam tutam saçlar, “uyku”sunun peşinden koşan kadınlar, durduk yere değişen oda numaraları, isim kartlarında her gün başka bir isim yazan garsonlar, öykünün bir yerinde kahramanımızın elinde beliriveren Dostoyevski’nin Öteki romanı, Öteki’nin başkahramanı Bay Golyadkin’in açtığı kapılar, kitaplara serpilen rende parmesanlar, St. Petersburg’a açılan gizli bir kapı, hafıza silen gazlar, toz maskeli balo, yerleri değişen eşyalar, ıslatmayan yağmurlar, peruklar, yılan balıkları, kök hücre teknolojileri derken kendimizi kaptırıp peşinden sürükleniverdiğimiz bir tuhaflıklar silsilesinin ardından ne kahramandan, ne otelden ne de öykünün zamanından emin olabildiğimiz bir sonla baş başa buluyoruz kendimizi.


Kahramana eşlik ettiğimiz bir rüyanın sonunda mıyız, bir kök hücre laboratuvarında mıyız, hangisi hayal hangisi gerçek, kurgunun neresinde olay örgüsünün içinde neresinde rüyadayız, ya da tamamen rüyada mıyız, Bay Golyadkin gibi ikili bir kahramanla mı karşı karşıyayız? Belki de Bay Golyadkin’in ta kendisi otelin St. Petersburg’a açılan gizli kapısından bu öyküye sızıvermiştir, maskelerin yerini peruklar almıştır, kim bilir. Kitabı bitirdiğimde, Hakan Bıçakcı’nın başka bir kurgu karakteri hatta o karakterin kafa karışıklığını ve garipliklerini öyküye ustalıkla dahil ederek gönderdiği ince ve zarif selamı alıp cebime koyuyorum. Adsız kahramanımızı belki yeni yattığı, belki de dört gün önceki uykusunda bırakıp Bay Golyadkin’e dönüyorum: “Baremin 7. derecesinde memur Yakov Petroviç Golyadkin o gece deliksiz uykusundan uyandığı zaman, saat sabahın sekizine geliyordu. Golyadkin esneyerek gerindi, sonra gözlerini açtı ve bir-iki dakika hiç kımıldamadan yattı. Uyanıp uyanmadığını, çevresinde olup bitenlerin gerçek mi, yoksa başı sonu olmayan gece düşünün bir devamı mı olduğunu anlamaya çalıştı.”

 

 

 

 

 

 


 

 

 

Görseller: Berat Pekmezci (kitaptan)

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.