Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Türklerin idare etme sanatı hakkında bilmek istedikleriniz



Toplam oy: 1237

“Türklerin en görkemli eseri sayılan Osmanlı Devleti'nin uzun bir tarihsel gelişimin sonunda farklı etkilerle ortaya çıkan idare mekanizması, söz konusu kurumların en önemlilerindendir ve bu kitap, Osmanlı bürokrasisine gelene kadar Türklerin bilinen tarihleri boyunca hangi idari yöntem ve araçları geliştirdiklerini, farklı bir ifadeyle, Osmanlı bürokrasisini anlatırken onun hangi tarihsel altyapıya dayandığını da ortaya koymayı amaçlıyor.”



Bürokrasi, günümüzde bürokratizm, kırtasiyecilik gibi ifadelerde kendisini bulan bir aşağılamaya zaman zaman muhatap olsa da, modern toplumların karmaşık ilişkilerini düzenlemek için kaçınılmaz olarak ona başvurduğu ve onun artık "giderilmesi" imkânsız derecede zor bir kurum olduğu Weber'den bu yana bildiğimiz ve gün geçtikçe daha çok kanıksadığımız bir gerçek. Bu o kadar böyledir ki devlet ve dolayısıyla bürokrasi karşıtı söylem ve eylemde bulunan radikal grupların bile paradoksal olarak kendi içlerinde bir bürokratik hiyerarşilerinden, düzenlerinden söz edilebilmekte. Dolayısıyla, tarihin kimi dönemlerinde hayatın neredeyse kendisi hâline gelmeyi başarabilmiş bir yapı hakkında söz söylemenin belki de ilk şartı, onun her yerde karşımıza çıkan büyük gücünü ve vazgeçilemezliğini vurgulamak olmalı.

Dünya tarihinde siyasi ve sosyal yapılar incelenirken genellikle Doğu-Batı ayrımı yapılır. İnsan ve kainat anlayışları, felsefi altyapıları çok farklı iki ayrı dünya söz konusudur çünkü. Hâliyle, bu ayrım sosyal düzenlerin çok önemli parçası olan bürokrasi için de geçerlidir. Zira, devletin vitrini, hatta çoğu zaman kendisi sayılan bürokrasinin gelişim şartları, toplumsal şuurda tuttuğu yer ve algılanış şekilleri Doğu'da ve Batı'da birbirinden farklı nitelikler göstermiştir. Feodalite, kilise egemenliği, burjuvazi, sınıf çatışması gibi bir yığın telaşenin içinden geçen Batı'nın, sosyal düzeni daha farklı dinamiklerce belirlenen Doğu'dan bu konuda daha cüretkâr olduğu açıktır. Bu farklı gelişimin sonucu olarak, mesela, 1851 yılında Proudhon bürokrasiyi şöyle lanetleyebilmektedir: "Yönetilmek, ne hakkı ne kerameti ne de iffeti olan yaratıklar tarafından izlenmek, soruşturulmak, gözetlenmek, yönlendirilmek, yasalara uydurulmak, düzene sokulmak, kapatılmak, telkinlere ve vaazlara maruz kalmak, denetlenmek, yorumlanmak, değerlendirilmek, sansüre uğratılmak ve komuta edilmektir." Bu anarşik betimleme, hiç kuşku yok ki, yukarıda ifade edildiği üzere, Batı'nın kendi tarihsel süreçleriyle ilgili. Diğer bir deyişle, bürokrasiye ve doğal olarak devlete yöneltilmiş bu tarzda temelden sarsıcı ifadelere Doğu'da -hiç değilse bizde- pek rastlanmaz. Bunu izah etmek için devletin kutsal sayılması denebilir, inanç sisteminin özellikleri denebilir, düzen tutkusu denebilir, hayat şekillerinin zorlaması veya çok eskiye dayanan alışkanlıklar da denebilir. Hangisi olursa olsun, bu nokta, bizim Batı'yla ayrıldığımız esaslı konulardan birine işaret ediyor.

Bu ayrımda önemli bir tarafı teşkil eden hatta bazen belirleyen Türklerin idare kabiliyetleri ve binlerce yıllık devlet tecrübeleri bugün genel kabul görmekte ve bunun ötesinde, farklı çağlarda meydana getirdikleri idari yapı ve yöntemler bazı modern toplumlarca idari sorunlara çözüm yolu olarak incelenmekte ve modellenmektedir. Elbette bu birikim, milletin bütün tarihine matuftur; akla hep geldiği gibi sadece Osmanlı Devleti'ne ait saymak büyük bir geleneğe saygısızlık olur (Kaldı ki bu gelenek yalnızca Türk unsurunu barındırmaz, etkilenim sahası çok geniştir). Fakat en önemli örneğin Osmanlı olduğunu da unutmamak gerekir. Bu çerçevede Necati Gültepe'nin eseri Mührün Gücü, bunu hayli yetkin şekilde ortaya koyan bir çalışma olarak karşımıza çıkıyor. Bu değerli çalışma bir kez daha gösteriyor ki güçlü, etkili ve kalıcı medeniyetler tesis etmek, derinlik ve güç sahibi milletlerin ve yarattıkları kurumların harcıdır. Türklerin en görkemli eseri sayılan Osmanlı Devleti'nin uzun bir tarihsel gelişimin sonunda farklı etkilerle ortaya çıkan idare mekanizması, söz konusu kurumların en önemlilerindendir ve bu kitap, Osmanlı bürokrasisine gelene kadar Türklerin bilinen tarihleri boyunca hangi idari yöntem ve araçları geliştirdiklerini, farklı bir ifadeyle, Osmanlı bürokrasisini anlatırken onun hangi tarihsel altyapıya dayandığını da ortaya koymayı amaçlıyor.

“Metni rahatlatan ve ona renk getiren görsel malzemelerin kullanılması da dikkati çekiyor. Harita çizimleri, minyatür, gravür ve fotoğraflar, miladın 2300 senesinden kalma kalma runik mühürler son derece yerinde kullanılmış unsurlar olarak yerini alıyor ve bunlar kitaba ansiklopedik bir hava verdiği gibi, bilgilerin zihinde kalıcı olmasına da yardım ediyor.”

Mührün Gücü ile ilgili olarak ilk söylenmesi gereken, göze ilk çarpan husus, çok sağlam bir kaynakçası olduğudur. Konuya dair yazılmış önemli kaynakların neredeyse tamamına başvurulmuş olması, eserin en baştan güven ve ciddiyet kazanmasını sağlıyor. İkinci husus ise, belgeye dayanması. Bir kurumun tarihi üzerine eser yazılırken esas inceleme materyali, birincil tahlil unsuru olduğu için, belgedir. Eser bu yönüyle hayli kuvvetli. Giriş kısmında klasik kaynaklardan devşirilen toparlayıcı bilgiler, iyi bir temel  teşkil ediyor. Ayrıca didaktik özellikler taşıması da kitabın güzel taraflarından birini oluşturuyor, belli ölçüde bir okuma rahatlığı sunuyor. Ortalama düzeydeki "vatandaş okuyucu" için bürokrasinin çağrışımlarının ne kadar sıkıcı olduğunu söylemeye gerek yok. Bunu kırabilmenin ve okuru konunun içine çekebilmenin yöntemleri eserde iyi kullanılmış. Okuma düzeyinin son derece düşük olduğu günümüzde tarihin iyice efsaneleştiği, kulaktan dolma, televizyondan edinme şüpheli duyumlardan (buna bilgi denemeyeceği için duyum kelimesini kullanmak zaruret oldu) ibaret kaldığı göz önüne alınırsa orijinal metnin büyüsüne başvurmaktan ve konuyu zaman zaman vulgarize etmekten başka çare de görünmüyor gibi.
Metni rahatlatan ve ona renk getiren görsel malzemelerin kullanılması da dikkati çekiyor. Harita çizimleri, minyatür, gravür ve fotoğraflar, miladın 2300 senesinden kalma kalma runik mühürler son derece yerinde kullanılmış unsurlar olarak yerini alıyor ve bunlar kitaba ansiklopedik bir hava verdiği gibi, bilgilerin zihinde kalıcı olmasına da yardım ediyor. Benzer şekilde, kitabın sonuna ilave edilen ve padişahların hükümdarlık süreleri boyunca görev almış olan sadrazamları gösteren tablo ile bürokratik terim ve belge isimlerini tanımlayıp açıklayan küçük bir bölüm, eserin didaktik tarafını bütünlüyor ve onu güzel bir başvuru kaynağı yapıyor. Terimlerin etimolojisi ve kullanım sebepleri hakkında verilen bazı ilginç rivayetler için de aynı şey söylenebilir. Mesela, divan kelimesi. Sasani hükümdarlarından Nuşirevan, bir gün kâtiplerinin yanına uğradığında onları Turanî dilde mırıldanarak hesap yapar görünce bunlara bakıp "divane (delirmiş, mecnun)" demiş ve onun bu sözü zamanla bürokratların çalışma mekânlarına ad olmuş.

Eserde verilen bilgiler bize şunu öğretiyor ki Türklerde, daha genel olarak Müslüman doğu toplumlarında arşiv anlayışı çok eskiye dayanmaktadır. Ta Karahanlılar zamanından, yani 9. yüzyıldan başlayarak, gelişme kabiliyetini bünyesinde taşıdığı çok belli olan bu bürokratik sistemde, yıl yıl bütün belgeler tomarlar hâlinde düzenlenip saklanır ve ihtiyaç vukuunda kolayca bulunarak tekrar başvurulur. Bunun bir mecburiyet olduğu malumdur ve Osmanlı örneğinde çok net anlaşılmaktadır. Onlarca millet üzerinde, milyonlarca kilometrekare toprakta hükümran olan bir devletin akla gelebilecek her türlü yazışmayı arşivlemesi; imparatorluğun muazzam malî, askerî ve siyasî sisteminin yürüyebilmesi için hayatî önemdedir. Ayrıca bugünden bakıldığında bu belgeler, 600 yılın bir muhassalası, Osmanlı Devleti'nin ve toplumunun hafızası sayılır. Disiplinli, düzenli ve belge korumayı esas alan bu bürokratik sistem, Türkler açısından bakıldığında, uzun ömürlü devletler kurulabilmesinin ve bu devletlerin başarıyla idare edilmesinin önemli sırlarından birini açıklamaktadır bize. Tabiidir ki belge korumak ve arşiv disiplini işin bir boyutudur. Yöntem bilmek, aktarmak, sağlam bir personel politikası yürütmek gibi önemli başka etkenleri de vardır bu başarının. Örnek olarak, memurluğun çıraklık usulünce 7-8 yaşlarında başlatılarak çocukluğun o inanılmaz hafıza kuvvetinden faydalanılması ve bir mensubiyet bilinci içinde gerçek bir devlet terbiyesinin o yaşlardan itibaren verilmesi, işlerin hızlı ve sorunsuz yürütülmesini sağladığı gibi ilerisi için bir "kaht-ı rical" sıkıntısının da önünü kesmektedir. Başlı başına bu uygulama bile Osmanlı bürokrasisinin kurumsal dehasını gösterir.

Osmanlı öncesi ile Osmanlı dönemi bürokrasisine ait bütün unsurların tek tek ele alınması ve işleyişleri hakkında verilen detaylar, çok net bir sürekliliği ortaya çıkarıyor. Divan-ı hümayun, sadrazam, nişancı, kitabet görevlileri, malî memurlar vs. hemen hemen bütün unsurlar ve bürokratik uygulamalar, tarihsel kökleri ve devamlılıkları noktasında Karahanlılardan başlayan bir zincire bağlanmaktadır. Kitapta bu devamı adım adım izlemek mümkün. Tanpınar'a ait ifadeyle söylenirse bu "devam zinciri", Türklerdeki düzen tutkusunun, alışkanlığının, saygısının ve geleneğinin temellerini gösteren en önemli işaret taşlarından birini teşkil ediyor. Klasik Osmanlı dönemi ile Tanzimat arasında bile bu bağ kuvvetlidir. Tanzimat büyük bir tarafıyla Batılılaşmanın kendisi ise de, kurumların, yasaların, davranış kalıplarının dönüşümünde bazı çok keskin çizgilere rastlansa da yine eskinin izleri kaçınılmaz olarak görülmeye devam eder. (Fakat klasik dönemden sonra Batılılaşma projesini hayata geçirmenin çok kolay olmadığını, mesela Koca Reşit Paşa'nın Gülhane Hatt-ı Hümayunu'nu okumaya gideceği zaman abdest alarak evden çıktığını hatırda tutmalı. Tarihimize bakılırsa sadrazamlığın bizdeki en tehlikeli mevki olduğunu söylemek zor değil. Bir sadrazamın, yani başbakanın kendi hayatından endişe etmesi ve bunun çok yakın zamanlara kadar değişik şekillerde gelmesi de "devam zinciri"nin ilginç ve hüzünlü taraflarından olsa gerek.)

Ve nihayet, kitabın sonuna konan "Kalem ve Memuriyet" başlıklı kısma ayrıca dikkat çekmek isteriz. Refik Halid Karay'ın Üç Nesil Üç Hayat adlı eserinden alınma bu nefis parça, bugün milletçe düçar olduğumuz dil sığlığının yanında Türkçenin doyumsuz güzelliklerinden biri olarak parlıyor.

"Dil milletin aynasıdır." denir. Yani toplumları tanıyabilmek için dillerine bakmak, çoğu zaman bizi doğru yargılara ulaştırır. Mesela, belli kavram alanlarıyla ilgili söz varlığının ya da tek bir kelimeye yüklenmiş anlam değerlerinin yoğunluğuna yöneltilecek bir dikkat, milletleri tanımak bağlamında bazen tarih okumalarından, seyahatlerden vs. çok daha fazla işe yarayabilmektedir. Bu anlamda kendimize baktığımız vakit, ana dilimizde şaşırtıcı bollukta "devlet" kavramıyla karşılaşıyoruz. "Devlet baba"dan, "devlet düşkünü"nden veya "Ya devlet başa ya kuzgun leşe"den tutun, Millî Piyango'yu anlatırken bile başvurduğumuz mecaz olan "devlet kuşu"na kadar, halkın ruhuna işlemiş olan bir anlayışa şu veya bu şekilde işaret eden pek çok örneği hemen her sözlükte bulmak mümkün olmaktadır. Kaldı ki yönetimle ilgili kavram alanı çok geniştir ve hepsi bir araya getirildiği zaman bir küçük kitapçığı bile doldurabilir. Mührün Gücü, işte bu devlet kavramıyla birlikte anılır olmuş Türklerin idare etme sanatlarına çok derli toplu bir bakıştır. Bu yönüyle yalnız tarihçilerin değil, birçok sosyal bilimcinin ve elbette genel Türk okuyucusunun ilgisine hak kazanıyor. Faniler elinden çıkma eksiksiz ve hatasız olan hiçbir kitap yok. Ne yapalım ki eksik bittiğinde ne bilim kalıyor ne hayat.

 

Levent Ali Çanaklı

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.