Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Unutuşun kolay ülkesi



Toplam oy: 777
Yekta Kopan
Can Yayınları
İnsanın kendini kurduğu, sırtını yasladığı, eminlik bulduğu anne hafızasını yitirirse çocuk da yitirir.

Yekten söyleyelim; Yekta Kopan’ın öykülerinin toplandığı Sakın Oraya Gitme surat astıran, karamsarlığa boğduran, kötülüğün sıradanlığını yüzümüze vuran modernliğin rüzgarının ürpertisinin öykülerinden oluşuyor. Kitabın ilk öyküsü “Samodey” de bu yüzden önemli. Yavaş yavaş unutuşun karanlık kasabasına giden annesinin ardından hınçlı bir hesaplaşmaya girişen oğlun hikayesi. İnsanın kendini kurduğu, sırtını yasladığı, eminlik bulduğu anne hafızasını yitirirse çocuk da yitirir çünkü. Geleneğin, erdemlerin, güvenli bir dünyanın temsili olan anne kaybedilirse, çocuğun da bu kötücül dünyaya karşı takati kesilir. O kötücül dünya ise takip eden öykülerde resmedilir.


Atay’ın Ubor Metanga'sı ve Kafka’nın Dava’sıyla akraba bir “Mektup”, küçük insanın derinlerdeki bir korkusuna, kendini kontrolsüz hissettiği muğlak bir dünyanın tedirginliğine işaret eder. Orwell’in 1984’üyle akraba olan “Ev Hali” ile “Katil, Uşak!” öyküleri ise bir zamanlar distopik dediğimiz metinleri yeniden adlandırmamız gerektiğini ima ediyor. Nitekim dünün distopyaları bugün gerçeğe dönüşmüştür. Yazarların evlerinde yaşayan sansürcüleri ile danışmanları üzerinde dahi mutlak bir otorite kuran diktatörün o her şeyi kendi lehine dönüştürme gücü karamsar oldukları kadar aşina gelen fikirler. Tam da burada “Bir Yabancı” öyküsü devreye girerek bize bir sonraki varoluş halimizi fısıldar: Basit beklentileri olan bir beyaz yakalı, ofistekilerin kötücüllüğünden, “öteki”leri cehennem olarak görmelerinden yorulup kendisi de Camus’nün Yabancı'sına dönüşür. Camus’yü Sartre takip ederek yabancının arkasındaki büyük boşluğa işaret eder. Kopan, “Herkes Kadar Mutsuz” öyküsünde yazı atölyesi düzenleyen tutunamayan alkolik bir öykücünün atölyede tartışılan bir öykü üzerinden kendiyle yüzleşmesini merkeze alarak bize şunu söyler: Bugün mutsuz veya kötü olmak için bir çocukluk travmasına, büyük bir acıya ihtiyacımız yoktur. Modern varoluş hali mutsuz olmamız için yeter sebeptir. Atölyede, öykü kahramanının hareketlerini meşrulaştırmak için bir sebepler zinciri aranır, aksi halde karakter sahici gelmeyecektir. Her birimiz müsvedde Freudlara dönüşüp karakterin bilinçaltını eşelemeye çalışırız. Halbuki bu öykücü de hayattan sıkıldığı için alkolik olmuştur, babasız büyümenin yarattığı sancılardan değil.


Yabancılaşma ve boşluğu elbette intihar takip edecektir. Tolstoy’un pek meşhur, “Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır,” sözüne nazire yapan “Källtorpssjön Laneti” adlı son öykü aslında tam da Wes Anderson’ın ağzına layıktır. Kitaptaki en etkileyici öykülerden biri olan bu metin, etkileyici ve otoriter bir büyükbabanın mirasını yaşatmaya çalışan ailenin mensuplarının hayatlarına giriveren bir laneti uzun uzadıya yaşamalarını anlatır. Anlatıcı olan torun, lanetin başladığı Källtorpssjön Gölü’ne gider. Gölün donmuş sularına daldığında ya sağ salim çıkarak hayatlarının üzerindeki buz kütlesini de atacak ya da ölecektir. Kahraman savaşmaz. Biz de aslında uzun sürmüş bir intiharın akşamına varırız.


Şimdi soralım, acaba tüm bu hikayeler annenin unutuşun kolay ülkesine giderek çocuğu da hafızasız, öncesiz, kimliksiz bırakmasıyla mı başlamıştır? O halde Yekta Kopan’ın çağrısına biz de katılalım: Sakın oraya gitme!

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.