Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Yakalanacak bir hayat yok!



Toplam oy: 1046
Alper Beşe
Alakarga
Alper Beşe, ikinci kitabıyla büyük bir sıçrama yaparak beklentiyi artırıyor.

Hikaye kitaplarının seçki olmasından rahatsızlık duyanlardanım. Yazar o hikayeleri bir araya getirdiyse bunun bir anlamı olmalı, diye düşünürüm. Alper Beşe de benimle aynı fikirde olmalı ki, Gecikmeli adlı ikinci kitabının ilk iki hikayesi ile son iki hikayesinin ana imgesini “tren” üzerine kurarak, kitabında vagonların dizilişini çağrıştıran bir yapı kurmuş. Ayrıca tren, demir ağlar üzerinde ilerlerken sürekli başa döndüğü için başlangıcın bir anlamı bulunmadığını gösteren bir metafora dönüşmüş. 

 

“Şefin Tavsiyesi” adını taşıyan ilk hikayede ömrünün on dört yılını rayların üstünde geçiren bir şefin hayat muhasebesini kayıt altına alıyor Beşe. Hikaye, Şef’in bir dedektif titizliğiyle yakalamak istediği hayatı, bir ileri bir geri gidip gelen bir kutunun içine hapsedişini anlatıyor. Yaşadığı aşkların birbirine ilmeklenişi de, trenin vagonlarının dizilişi gibi... Bu noktada okur, ister istemez heyecana kapılıyor ve kurgunun onu başka bir aleme ulaştıracağı hissine kapılıveriyor. Oysa ister dünyayı dolaşsın, ister o kutuya hapsolsun, o Şef’in o hayatı geçmişin kelepçesinden sıyrılmadığı sürece yakalayamayacağını, -biraz daha ileri götürürsek- aslında yakalanacak bir hayatın da bulunmadığı, yaşananın tam da olması gereken olduğu fikrine ulaştırıyor bizi. Diğer yandan, Şef’in bir anda ortadan kaybolan sevgilisini gören ihtiyarın Torinolu bir arabacı olması Bela Tarr’ın Torino Atı filmine zarif bir selam çakıyor. Fakat bu öylesine bir selam olmayıp, Torino Atı’nın, hiçlik üzere kurulmuş hikayesiyle Şef’in hikayesinin kesiştiği ve meselenin pekiştiği bir nokta haline geliyor.

 

“[B]ir araya gelmez dediği malzemeleri cesurca harmanlar, biraz yanılma payıyla başarıyı yakalardı” cümlesinden cesaret bularak, Şef’in son karşılaştığı ve “Oysa sen Perşembe geceleri dışında yaşıyor musun, ben bunu bile bilmiyorum” dediği kadını da bir yerden gözümüz ısırıyor. Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli adlı romanında bir perşembe gecesi gecikmeli Ankara Treni’yle Anayurt Oteli’ne gelen kadınla “biraz yanılma payı” bulunsa da bir ortaklık kurmak mümkün. Yanılma payı da, Şef’in karşılaştığı kadının Ankara-İzmir hattında değil, Ankara-İstanbul hattında yolculuk ediyor olmasından kaynaklanıyor. Gerçi öykü, yanılma payının ötesine bir de açık kapı bırakıyor ve o kadın bir perşembe gecesi trene binmiyor. Belki de Anayurt Oteli’nde, Zebercet’in konuğu oluyor, kim bilir… 

 

Öte yandan, iyi bir editör Şef’in on dört yıldır trende çalışmasının bir anlamı olup olmadığını yoklamalıdır. Eğer bir anlamı yoksa -ki bu metinde yok gibi duruyor-, yazara on dört yılı on üç yıl yapmayı önerir. Çünkü on üç, kitaptaki hikaye sayısına bir gönderme olurdu ve birbirinden bağımsız gibi duran bazı hikayeleri de bir çatı altında toplayarak kitaba bütünlük kazandırır, “Şef’in Tavsiyesi”ni de daha katmanlı hale getirirdi. 

 

Gerçek-rüya-kurmaca ekseni

 

“Kiremit Damlı Kırmızı Ev” adlı altıncı, yani kitabın ortasındaki hikaye, Ülkü Tamer’in aynı adlı şiirinden ödünç alınmış bir isimle, hikayede algılarımızı yoracak dozda metinlerarası gönderme bulunduğu uyarısında bulunuyor. Hikayede, anlatıcı ve anlatıcının sevgilisi olan kadın film izlemeye gidiyorlar ve mesele, gerçek-rüya-kurmaca ekseninde lahana gibi açılıyor. Metinler arasılık cümbüşü de bu filmde başlıyor işte. Hikayenin nihayetinde Nietzsche’nin “hiçlik” meselesine ulaşmamızdan yüz bularak, anlatıcı ve sevgilisinin izlediği filmin, Nietzsche göndermeli iki ayrı filmin kolajından oluştuğunu iddia edebiliriz. İlki, yukarıda da belirttiğim Torino Atı, diğeri ise Lars Von Trier’nin Antichrist’i. 

 

Torino Atı, ata sarılıp ağlayan Nietzsche’ye ne olduğunu bildiğimizi fakat ana ne olduğunu bilmediğimizi hatırlatarak, at-arabacı-arabacının kızı çerçevesinde hayatın neliğini deşiyor. Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözüne dayanarak evrenin altı günde bir hiçlik üzere kuruluşunun sarsıcı hikayesini anlatıyor. Tanrı’nın dinlendiği yedinci günde ne olduğunu ise bilmiyoruz çünkü filmde yer verilmemiş. Alper Beşe de buradan başlatıyor hikayesini. Böylelikle Nietzsche’nin sarıldığı ata ne oldu sorusuna cevap vermeye çalışan Bela Tarr’a, “Peki yedinci günde ne oldu?” diye soruyor. 

 

Derken Antichrist filminde buluyoruz kendimizi. Tarr’ın sistemin işlemesi için gerekli bir dişli olarak da yorumlanabilecek kadın figürünün, Nietzsche’nin doğayla özdeşleştirdiği ve olumlayarak kullandığı “deccal” sembolüyle kaynaştırarak sunulduğunu fark ediyoruz. Antichirst’ta kadın, çocuğunu kaybetmiş ve giderek doğayla bütünleşen bir annedir. Alper Beşe, bu imgeyle Tarr’ın kurduğu evrende kadının bir mekanizmaya dönüşmesine itiraz edip onu tam da merkeze koyuyor. Beş sayfalık hikaye, beş yüz sayfalık bir hacme kavuşuyor böylece. Peki bu yoğunluktaki bir metnin nihayeti nasıl gerçekleşiyor? İlk bakışta, rüya-gerçek-kurmaca çaprazlamasında kararsız kalabilir okur. Bu, okurun zihninde soru işareti bırakmaktır ki, sırf bununla kalmış olsaydı bile hikaye işlevini yerine getirmiş olurdu. Ama Alper Beşe’yi durduramıyoruz. Anlatıcıyı doğayla ve kurmacayla bütünleşmeye sürükleyen, sistemi var eden ve bunu Tanrı’nın değil, doğanın güdümünde gerçekleştiren kadın onu gerçeğe / hikmete çektikten sonra anlatıcı arabasına binip gaz pedalına var gücüyle basıyor. Nietzsche’nin karşılaştığı ve tabii Tarr’ın ilham aldığı arabacıyı / iktidarı hatırlamak durumundayız burada tekrar. 

 

Matruşka

 

Kitaba ismini de veren “Gecikmeli”ye gelince, bu adın çağrışımından destek alarak Anayurt Oteli’ne bir kez daha uğruyoruz. Anayurt Oteli’ndeki, gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının tasvirine çok yakın bir tasvirle sunulan bir kadın, anlatıcıya yaklaşıp bıyığını kesip kesmediğini soruyor. Zebercet’in bıyık takıntısı bize göz kırpıyor burada. Ardından kadın, kalın çizgili havlusunu bulamadığını söylüyor. Bu noktada Anayurt Oteli’ne bir göndermenin kesinliğinden emin olabiliriz zira gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının Anayurt Oteli’nde kullandığı havlunun aynısıdır burada tarif edilen. “Gecikmeli”deki anlatıcının nereye gittiğini bilmeyişinden ve kafese hapsedilmiş bir kuşa dönüşmesinden de kitabın kurgusunun matruşkayı andırdığını söyleyebiliriz. 

 

Alper Beşe’nin Gecikmeli kitabıyla sorguladığı meseleleri en açık biçimde gördüğümüz üç hikayesinden söz edebildim yalnızca. Bu yazıda sözünü edemediğim kalan on hikayede de Beşe, meseleyi kimi zaman belirsizlik halesiyle (Bkz. “Hayalet”) kimi zaman espri dozu yüksek bir anlatımla (Bkz. “Gece Apartmanı”), kimi zaman Gezi olaylarına Ankara’dan bakarak (Bkz. “Sarsıntı”), kimi zaman da ağbi-kardeş (Bkz. “Küçük Tufan”) ilişkisine dayandırarak sorguluyor. 

 

Gecikmeli’de ince ince düşünülerek kurulmuş bu yapı, genç yazarların pek çoğunda görülmeyen bir titizlik. Alper Beşe’yi bu bakımdan genç yazarlar kategorisine almakta zorluk çekilebilir. Velhasıl, Alper Beşe, ikinci kitabıyla büyük bir sıçrama yaparak beklentiyi artırıyor. Artık işi daha zor olsa da bunun üstesinden geleceğe benziyor.

 

 


 

 

* Görsel: Burak Şentürk

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.