Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Yalanlar ve Maskeler



Toplam oy: 1222
Tahsin Yücel
Can Yayınları

Tahsin Yücel’in her kitabı, bir uyarı niteliğindedir. Dikkat edilirse, Haney Yaşamalı’dan beri böyledir bu. Okuruna gösterdiği/anlattığı küçüklü büyüklü yüzlerce kurmaca kişi arasında, bu uyarıyı bize taşımayan var mıdır? Yine, belki de bu yüzden, sinir bozucu bir yazardır Tahsin Yücel. Elbette, iletisini okurun bir defada kavrayabileceği bir biçimde koymaz ortaya. Fakat söyleyeceklerini, dil tutumundan mekân seçimine varıncaya dek belli bir yazarlık yordamıyla ele alır. Bir romanında, sözgelimi, dil de, anlatılan olaylar kadar bu sinir bozucu tutarlılığa hizmet eder. Yani dil seçimiyle de iletisini taşır. Nedir bu ileti?

 

Bunu açıkça belirlemek ve ortaya koymak kolay olmasa gerek. Yine de, kimi sınırlı belirlemelere gidilebilir bu konuda. 

 

Hatırlanacaktır. Yücel’in ilk büyük etkisi –yaygın biçimde tartışılması anlamında- Peygamber’in Son Beş Günü romanından sonra gelmişti. Bu roman öyle büyük bir tartışma yaratmıştı ki, bir kere romanın iletisi, bana kalırsa açık olarak belirlenememişti. Buna karşın, ortaya konan yüzeysel yorumlar bile, hani neredeyse, yazarın politik tutumunun sorgulanmasına dek varmıştı. Peygamber –romanın kahramanı- bir politik çevrenin temsilcisi bile sayılmıştı. Oysa, herhalde Peygamber, olsa olsa savunduğu tarafın ya da ideolojinin bilgisine sahip olmayan birini temsil edebilirdi. Yani bir boşluğun, bir maskenin. Bunu bir ideolojik çevreyle bir tutmak, herhalde Tahsin Yücel’in ironisinin gücünü gösteriyordu. 

 

Gerçekten de öyleydi Peygamber. Girdiği tartışmalarda, ezberine aldığı cümleleri unutmayagörsün, hemen şaşırıp ortada kalakalıyordu. Öyle ki, dışarıdaki dünyayla bağı neredeyse tümüyle kesilmişti. Hatta, sokakta, o çok sevdiği insanların arasında bile aslında bir başsız süvari gibi pusulasız dolaşıyordu. Dili, dolayısıyla iletişimi yitirmişti. Fakat yine de bu bir kimlikti onun için. Gerçeği temsil etmeyen bir kimlik.

 

Asıl sorun farkında olunmaması

 

Benim hatırladığım kadarıyla, en azından Cumhuriyet’in başından bu yana, yanlış anlaşıldığı için yapıtının iletisini açıklamak zorunda bırakılan ilk yazarımızdı Tahsin Yücel. Peygamber’in asıl sorununu anlatmıştı bir söyleşide.

 

Kişinin kendine yabancılaşması, benliğini, zihinsel kavrayışını tümüyle yitirmesi acı bir şeydir elbette. Hele bunun toplumsal bir sorun haline gelmesi, getirilmesi, bana kalırsa, hem toplumumuz için, hem de tek tek hepimiz için, yaşamsal önemdedir. Fakat asıl sorun, bu durumun hiç, hem de hiç farkında olunmamasında yatıyor. 

 

Bıyık Söylencesi’nin unutulmaz Cumali’si, nasıl da benzer Peygamber’e. Zavallı Cumali, askerden dönüp kasabasına vardığı zaman, hiç de niyeti yoktur bıyık bırakmaya. Aslına bakılırsa her şey berberin başının altından çıkar. Bu tuhaf berber, Cumali’nin yüzünde adeta bir mucize görür; geleceğin efsane bıyığı, daha doğrusu bu efsane bıyığın gölgesi, işte orada, Cumali’nin yüzünde durup durmaktadır. Üstelik, berber bu olası bıyığı öyle ihtişamla anlatır ki, zavallı Cumali, daha oracıkta, olmayan bıyığının gururunu duymaya başlar. Sonradan, görenleri büyüleyen bu bıyığa, Karapala adını verir kasabalılar. Hatta onun geceleri kalkıp kasabayı dolaştığını, sokak sokak gezdiğini ve genç kızların pencerelerinden girerek onların başları üstüne hüzünle kanat çırptığına bile inanırlar. Zavallı Cumali de, ölen babasının kılığına girerek, Cumali olmaklığını da, zekâsını da, cinselliğini de kaybeder. Bıyık, onu ele geçirmiştir. Tek nesneden iki parça yaratmış bir bıyık. Yine Peygamber’dekine benzeyen bir parçalanma. 

 

Cumali’nin bıyığı karşısında yalnız karısı Bedriye mesafeli duracaktır. O da zorlukla, hani neredeyse farkında olmadan. Hatta işin gerçeğini söylediğinin de farkına varamayacaktır. Bıyığın yakışıp yakışmadığını soran kocasına, “Doğru, eskisinden de yakışıklı olmuşsun, ama, nasıl söylemeli, sanki yaşlanmışsın, bir de, nasıl söylesem ki, buralı değil gibisin,” diyecek, fakat bu tuhaflığın, bu dönüşümün asıl nedenini bir türlü kavrayamayacaktır. Bir maske gibidir bıyık. Bir yalan.

 

Kuşkusuz, Tahsin Yücel’in yapıtları çok geniş bir alana yayılıyor. Cumali ile birlikte Elbistan’ın, başka kahramanlarla birlikte İstanbul’un parçalanmış yanını anlatıyor Yücel. Fakat uyarısını hep sürdürüyor. 

 

Yalan, Mutfak Çıkmazı, Sonuncu gibi romanları da bu bağlamda okumalıyız, bana kalırsa. Böylece Tahsin Yücel’in uyarısından hepimizin alacağı çok şey olacak. Hele Yalan’daki aydının, öğreneceği çok şey vardır ondan.   

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.