Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Yalnızlığa karşı yazı



Toplam oy: 963
Kjersti Skomsvold // Çev. Deniz Canefe
Jaguar Kitap
Yalnızlık, sevgi, ölüm ve yaşam... Karşımızda okurunu bu kavramlar üzerine düşünmeye kışkırtan bir yazar var.

Kjersti Skomsvold’un, 33 romanındaki K. isimli anlatıcı, yalnızlığın insanı öldürdüğünü söylüyor: “Çocuğa radyoda duyduklarımı, bir insanın bedenine hiç dokunulmazsa onun öldüğünü anlatıyorum, bu bir tokat gibi.” Skomsvold’un daha önce Türkçedeki diğer kitabı Hızlandıkça Azalıyorum’un yolu da, tıpkı 33 gibi, “yalnızlık” kavşağında kesişiyordu. Demek ki Skomsvold’un onarmaya çalıştığı “ruhsal kırıklık” da o kavşağın yakınlarında bir yerlerde. Çünkü 33’te roman yazmak isteyen anlatıcı karakter K. öteki yazarlara bakıp soruyor: “Sizi buna iten neyi yitirmeniz oldu? Hangi ruhsal kırıklıkları boş yere onarmaya, anlam vermeye çalışıyorsunuz?” 

 

33’ü yazarlık konulu bir roman olarak tanımlamak aslında onu sınırlamak olur. Ancak yazarlık üzerine de düşünen bir metin olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Sözün kuvvetini, herhangi bir şeye anlam verme çabasını sorgulayan; yazı ile gerçeklik ilişkisini tartışan, her şeyi söylemenin imkansızlığını dile getiren satırlar az değil. Bu sayede Skomsvold’un romanı da, -K.’nın söylediği gibi- “konu”sundan daha fazlası oluyor: “Bir roman ‘konu’sundan daha fazlasıdır her zaman, anlattığı olaydan daha büyüktür.” 

 

Gerçekten de elimizde tuttuğumuz romanın “konusu” nedir, diye sorduğumda tek bir yanıt veremiyorum. Yazarlık üzerine düşünen bir metin mi? Yalnızlık ve sevgi arayışı hakkında bir roman mı? Ya da yaşam ile ölüm diyalektiğini anlattığını söyleyip çıkabilir miyiz işin içinden? Bunların tek bir tanesi olmadığını anladık da, hepsi mi peki? Ama “hepsi” desek yine eksik kalacak gibi. Belki tam da bu hissi bırakmak istiyor Skomsvold; ne yazarsa yazsın ortaya tanımlanamaz bir şey çıkacağını biliyor, okurun da bunu görmesini istiyor. Kendi yaşam iradesi olan, okurla ve hatta yazarla bile hiçbir ilgisi olmayan bir şeydir belki de roman. Tıpkı bir çocuk gibi. Onu tanımlamaktan vazgeçtiğiniz anda kendisini size açan bir çocuk/bir roman. 

 

Romanın metaforu olarak çocuk

 

İntihar eden sevgilisinin yokluğu, K’nın yalnızlığının en önemli nedeni. Ama aslında birbirlerinden tam olarak kopmuş değiller.

 

 

 

İntihar eden sevgilisi Ferdinand’ın yokluğu, roman kahramanı K.’nın yalnızlığının en önemli nedeni kuşkusuz. Aynı zamanda K.’nın ciddi bir hastalığı var; akciğer nakli bekliyor. Yaşam ile ölüm arasındaki ince sınırın tam üzerinde duruyor K.. Aslında K. ile Ferdinand birbirlerinden tam olarak kopmuş değiller. Çünkü Ferdinand da K.’nın bir roman yazdığını (bir çocuk doğurduğunu) görene kadar ölüler âlemine geçemiyor. Bir de Samuel var. O da bir yazar. Ferdinand, K.’nın kendisinden kopup sınırın öteki tarafına geçmesi, sevgi konulu bir roman yazması, bir çocuk doğurması için onu Samuel’le buluşturmaya çalışıyor. 

 

Çocuk, romanın metaforu olarak da okunabilir. Böylece romanın “konu”larından biri olan yazarlık ile ötekiler arasında da bir bağ kurulmuş olur; yalnızlık, sevgi, ölüm ve yaşam… Karşımızda okurunu bu kavramlar üzerine düşünmeye kışkırtan bir yazar var. Ama bu kavramlarla ilgili çerçevesi belli tanımlamalar yapan bir yazar yok. Bu ayrımın kendisi de bizi yazarın kim olduğu, romanın nasıl olup da konusundan fazlası olabildiği üzerine düşünmeye sevk ediyor. 

 

Her şeyi söylemenin imkansızlığından söz eden K.’nın (ya da Skomsvold’un) her şeyi söylemek gibi bir arzusu da yok zaten. Söz söyleme yetkisinden kendi arzusuyla feragat ettiğini anlıyoruz. Aslında tam da bu feragat sayesinde roman, “konusundan” daha fazlası olabiliyor. Kağıtta harflerden ve sözcüklerden oluşan metni yaratan yazara, okur da eşlik edebiliyor. Söylenmemiş sözcükler de metne dahil oluyor. Tanımlamalardaki eksiklik okura alan açıyor. Metin çoğalıyor. 

 

Doğurduğu çocuğa bakıp, “Benimle hiçbir ilgisi olmayan bir yaşam iradesi görüyorum,” diyen K. ile yazdığı romana bakıp benzer bir cümleyi kurabilen yazar birbirine o kadar da uzak değil. 

 

Katmanlı yapı, sade dil

 

Skomsvold, olaylara bağımlı olmayan bir yazar. Metninde olay örgüsü var, ama olayların akışı düz çizgisel bir anlatımla sunulmadığı gibi, kimi zaman karakterin hayal dünyasıyla da iç içe geçiyor ve okuru sık sık şüpheye düşürüyor. Bütün bu okuduklarımızın ne kadarı gerçek? Böylece metin ayakları yere basan bir anlatı olmaktan çıkıyor. Olaylar ile mesele arasındaki bağlar oldukça gevşek. Aralarda yalnızlık, sevgi, ölüm ve yaşam üzerine K.’nın düşünceleri olmasa, romanın “hikayesi” bu konularda bize ne söylerdi, diye düşünüyorum. Yazar sahteleşmemek adına “gerçekçi” bir anlatı kurmaktan kaçınıyor. Çünkü aslında K.’nın söylediği gibi “gerçek bir öykü diye bir şey yok”: “Yaşamımı bir yönde yaşarken, ondan ters yönde öyküler yaratıyorum, bir başlangıcı, ortası ve bir sonu olan öyküler yaratmak için durdurulmaz bir güdü var içimde ve bu bir şeyleri sahteleştiriyor hep, bir yaşamın olduğunu, bir yaşamın ne anlama geldiğini anlama konusunda başarısızlığa yazgılıyım, gerçek bir öykü diye bir şey yok, ama ben onun var olduğuna inanmayı bırakamıyorum, o zaman da yaşama anlam katmaya çalışıyorum!” K. ve yazar, “yaşama anlam katmanın” panzehirini romanın sonunda buluyor. 

 

Yeri gelmişken, Kjersti Skomsvold’un göndermeler ve metaforlarla örülü metnine karşın dilinin son derece yalın olduğunu belirteyim. Katmanlı bir yapıyı sadelikle inşa ediyor Skomsvold.

 

 


 

* Görsel: Tolga Tarhan

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.