Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Yazgıyla nasıl savaşılır?



Toplam oy: 867
Georges Simenon // Çev. Ümit Moran Altan
Everest Yayınları
Karı kimin ya da kimlerin kirlettiğini hepimiz biliyoruz fakat; kirli karda nasıl yürümek gerektiğini bilmek yaşamı doğru ve dürüst yaşamaktan geçiyor sanki...

Kirliydi Kar’ın bıraktığı tat, “Çeviriyi 69 yıl beklediğimize değdi!” dedirtecek cinsten. Hemen söyleyelim, Georges Simenon’un ünlü karakteri Maigret’nin yer aldığı bir romanı değil elimizdeki; fakat bu durum onun kuşkuya, suça, adalete, yargıya ve yazgıya değinmediğini ya da daha az değindiğini kesinlikle düşündürmesin. Aksine tam da bu konuları işliyor Kirliydi Kar. Daha ilk satırdan itibaren günlük işler içinde neyi neden yaptığını sorgulamadan yaşayan Frank Friedmaier çıkıyor karşımıza. Annesi Lotte’un görünürde manikürcü gerçekte ise genelev olan evinde, evde yaşayan ve çalışan kızlarla ilişkilenerek keyfe keder bir hayat yaşayan 22 yaşındaki bir Frank Friedmaier başroldeki. Bu yaştaki her insan evladı gibi yaşamın nerede olduğunu kendisine soran bir Frank Friedmaier: “Yaşamın dışarıda olduğunu sanıyordu.” Oysa anlayacaktı ki, “her şeyden önce kendine dönmek ve derinlemesine kendine gömülmek gerek. Sokaklarda sürten insanlar için bu bir şey ifade eder mi acaba?” Hayatı böylesine dışarıda, sonuçlarını düşünmeden yapılan eylemlerde gören Frank’e bu ikinci cümleyi söyletecek ne olmuştu?

 

Barlar, sinemalar, evler, ara sokaklar, sorgu ve işkence odalarına çıkan koridorlar... Simenon, karın tanıklığını öyle vurguluyor ki sanki bu mekanların hepsinin zemini karla kaplı. Buz tuttuğu için çıtırdayan, kalınlığından dolayı kışırdayan, üstünde yatan cesedi taşıyan, hiç ses çıkarmayan karın tanıklığı şehir sakinlerinin tanıklığına eş. Tramvaylı bir şehir burası, o kadar da küçük bir yer değil. Biz daha çok Yeşil Sokak’taki sıradan hayatları geziyoruz. Ama Frank sıradanlığı hiçbir zaman kabul etmiyor: “Başkalarından farklı bir muamele görmeyi istemesi onun eski bir takıntısı aslında.” O yüzden mi bir Astsubay’ı öldürmek istedi? Oysa ilk kurbanını 9 yaşında vererek o çoktan sıradanın dışına çıkmıştı. O sayılmadı çünkü “o bunun doğal karşılandığı bir ortamdaydı.” “Timo’nun Yeri” adlı bar ile Lotte’un evi neyin ne zaman olacağı öngörülemeyen yerlerdi. Simenon’un, belki tam da 1. Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda, Liège’deki evlerinin odalarını kiraya veren annesi Henriette’in yarattığı ortam gibi. Çoğu öğrenci olan kiracılar odaları yerine daha çok mutfakta olurdu. Rusya, Polonya, Romanya ve Çekoslovakya’dan gelirlerdi. P. Assouline’in ünlü Simenon biyografisinde yazdığı gibi, genç Georges onları ne çok izlerdi... Hatta bazıları hafızasında izler bırakmıştı. 



Bir böceğe mi dönüşmektedir, yoksa böcekten insana mı?

 

22 yaşındaki bir genç, savaş sonrası işgalcilerin elindeki Fransa’da hayatı nerede ve nasıl arar? Sadece cinsel savruluşlarda mı? Yeniyetmeliğinin Holden Caulfieldvari -sevimli ve hafif- ukalalığından yetişkinliğin dayattığı suçun Mösyö Meursaultvari sorumluk sahipliğine geçiş... Frank’in dönüşümü hikaye edilmektedir. Bir böceğe mi dönüşmektedir yoksa böcekten insana mı? Yeşil Sokak’taki herkes aklından geçer: “Lotte’un dairesinin olduğu apartmandaki komşular, Kromer, Timo, Bertha, Holst, Sissy, Kamp baba, yaşlı Wimmer, kemancı da dahil diğerleri, Carl Adler, ikinci kattaki sarışın adam ve hatta Ressl, hatta Kropetzki.” Ya annesi ve babası? Bu süreç öyle bir kendini ve dünyayı arama aşkına dönüşür ki tek amacı, “bilinç diye adlandırdığı şeye pek benzemeyen, şimdi kavradığı bu aydınlanma”yı yaşamak için “kendisine kalan zamanı” değerlendirmektir. Sürecin onu bu kendini ve dünyayı bilme mertebesine ne zaman eriştireceğine bile kendisi karar verecek kadar sahiplenmek ister hayatını. Hercule Poirot istediği kadar suçun bir nedeni olduğunu düşünsün ve bunu sanığın içinde olduğu ilişkiler ağında bulacağına inansın, Simenon’un Frank’i neden suç işlemiş olduğunu bilmemektedir. Soruşturma için buna gerek yoktur. Önemli olan birilerini ele vermesidir.

 

İnsanın kendine anlam verme çabası ile suç unsurunun iç içe geçmesi Simenon’un Maigret’li ve Maigret’siz romanlarında çok belirgin bir tema. Kirliydi Kar’da bu temanın işlenişi diğer romanlardan biraz farklı. Bu roman, tema oluştururken iki konuyu da aynı düzleme çekiyor. Başkahraman Frank hem kendine anlam vermeye hem de suça meydan okuyor. Diğer taraftan da savaşa ve adalete... Soruşturmasını hukukun yargıçları, avukatları, savcıları yerine farklı rütbe ve görevlerdeki askeri memurlar yürütüyor. Romandaki tek dedektif, tüm hareketten uzak, sadece öğüt veren pasifize edilmiş Dedektif Hamling. Annesi Lotte’un “eski bir dost, belki de benim tek dostum” dediği bu kişi belki de ilgilisi ve sevgisine değer verilseydi Lotte’un ve Frank’in tüm yazgısını değiştirecek kişiymişçesine kilit bir noktaya yerleştiriliyor: “Beni genç bir kızken tanımıştı, eğer o kadar aptal olmamış olsaydım...”

 

Simenon Kirliydi Kar’da nedenleri ve sonuçları anlatan bir metin yazmamak için her şeyi yapıyor. Frank’in sorgulamasının başladığı bölümdeki Kafkaesk hava bu amacın en görünür olduğu bölüm. Yargıdan da uzak durmak istiyor Simenon. Her zamanki gibi... Belki de romanın tek yargı bildiren cümlesi başlığı. Bu tramvaylı şehrin Yeşil Sokağının sakinlerini sınıfsal bir algı ile izlemememiz için de gereği düşünülmüş: hem ısınmak için kömür almakta zorlanıyorlar hem de pastanede klasik müzik eşliğinde pasta yiyorlar.

 

Karı kimin ya da kimlerin kirlettiğini hepimiz biliyoruz fakat; kirli karda nasıl yürümek gerektiğini bilmek yaşamı doğru ve dürüst yaşamaktan geçiyor sanki... Yazgıyla nasıl savaşılır? Söz konusunun ne kurban ne kahraman olmadan, sadece kendimize sadık ve uzakta, her gün aynı saatte çamaşır silkeleyen kadını dar penceresinden gördüğünde sevinen bir mahpus kadar hayata bağlı kalabilmeyi başarmak olduğunu söylüyor Simenon. Er ya da geç... 

 

 

 


 

 

 

Görsel: Serkan Yolcu

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.