Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Yine Kazacağız, Yine Kaçacağız!



Toplam oy: 1092
Sebahattin Selim Erhan
İletişim Yayınevi

12 Eylül hapishanelerinden tünel kazarak kaçmak! Dönemi kıyısından köşesinden de olsa bir nebze bilenler için düşünülmesi, hayal edilmesi bile olanaksız, “hadi canım sen de!” denilecek, gülünüp geçilecek bir proje. Çok sıkı güvenlik önlemleri, günün her saatine yayılan, işkencehaneyi ayrı bir yer olmaktan çıkarıp hapishanelerin tümüne, koğuşlara yayan akıl almaz bir baskı sistemi... Gün aşırı aramalar, toplu dayaklar, en temel insani gereksinimlerin karşılanmadığı, araç gereç olarak insanların elleri dışında kullanabilecekleri neredeyse hiçbir şeyin olmadığı bir ortam... Ama beri yanda bu baskının tarihi kadar eski, o baskıdan daha muazzam bir gerçeklik var: insanın özgürlük için direnişi. Baskı ile özgürlük arasındaki mücadele hiç bitmiyor. Tarihin uzun evreleri çerçevesinde bakıldığında da kazanan hep özgürlük oluyor.

Yerin altında tünel kazmak denilince ilk anda kimsenin aklına öyle pek büyük problemler gelmez. Fakat elinize kazmayı alıp, bahçenizde, bırakın tüneli bir yana, 1 metre derinliğinde bir çukur açmaya çalışırsanız işin boyutlarını kıyısından köşesinden hafifçe idrak etmeye başlayabilirsiniz. Hapishanede değil, tamamen özgür bir ortamda elinizde her türlü el aleti ile 5-10 metrelik bir tünel kazmak çok değişik boyutları olan ciddi bir mühendislik projesidir. Herşeyi bir kenara koyalım, aleti, edavatı, kazılan tüneli gizlemeyi (sadece yönetimden değil, değişik nedenlerle koğuşta birlikte yattığınız kimi arkadaşlarınızdan bile), gürültüyü önlemeyi, aydınlatmayı, havalandırmayı, hepsini unutalım ve bir tek soru soralım: çıkardığınız toprağı nereye koyacaksınız?

Sabahattin Selim Erhan, 12 Eylül öncesinin kitlesel devrimci örgütlerinden Kurtuluş'un bir üyesi olarak 1981 yılında tutuklanır. Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün meşhur DAL'ında 67 günlük işkenceden sonra yaklaşık bir yıl kalacağı Mamak Askeri Cezaevine sevkedilir. Mamak cezaevinde insanları insanlıklarından çıkarmak için tarihin gördüğü göreceği en büyük insanlık suçlarının işlendiği dönemdir. 1983 yılının sonlarında Erhan'ın davası gereği Erzincan Cezaevi'ne sevki çıkar. Cezaevi 3. Ordu'nun ortasında bulunan bir yanı askeri havalanı olan askeri bir cezaevidir. 1986 yılına gelindiğinde ise mahkemeleri sonuçlanır: bazı arkadaşları idama mahkum edilirken, Erhan'ın da içinde olduğu bazı devrimcilerin idam cezaları ömür boyu hapse çevrilir. Onlar, ikisi hukukla ilgisi olmayan subay, diğeri askerden daha asker güya hukukçu bir sivilden oluşan mahkeme heyetinin bu kararına inat akşam koğuşa döndüklerinde cezaevi tatlısı ile kutlama yaparlar. Artık önlerinde hiçbir umut ışığı yoktur: 12 Eylül rejimi tüm ağırlığı ile devam etmektedir. Önlerindeki seçenek ya herşeyi kabul etmek ve ömürlerinin sonuna kadar mahkum kalmak, ya da kaçmaya çalışmaktır. Aralarında yaptıkları değerlendirmeler sonucunda kararlarını verirler: tünel kazarak kaçmayı deneyeceklerdir.

Erhan ve arkadaşlarının kaçmak için müthiş bir azimleri ve kararlılıkları vardır ama ellerinde kalemtraştan başka bir şey yoktur. Evet bir kalemtraş, onun küçücük bıçağı! İnsanın ne muhteşem bir varlık olduğunu bundan daha iyi ne kanıtlayabilir? Elinizde bir kalemtraştan başka hiçbir şey yok ve siz betonlara, demirlere, kayalara karşı uzunluğu 100 metreyi aşacak bir tüneli kazmayı göze alabiliyor ve işe başlıyorsunuz.

Arkadaşlarından Çarşambalı Suat'ın söyleyişi ile “Sebayittin” Selim Erhan, o kadar güzel anlatmış ki 3 kaçış öyküsünü, insan heyecan içinde özgürlüğe kavuşmalarını bekliyor, kitabı elimden bırakamıyor. Erhan'ın güzel anlatımı ve anlatımı için seçtiği teknikler sayesinde, bir anı kitabı olmasına rağmen sanki bir macera romanı gibi okunuyor. Dolayısıyla okuyacak olanların keyfini kaçırmamak için olayların akışından, dönemin 3. Ordu Komutanı Sabri Yirmibeşoğlu, sonrasında Eskişehir Cezaevi döneminde Adalet Bakanı olan Oltan Sungurlu ile ilgili anılarından da  daha fazla söz etmeyelim. Eğer bu bir roman olsaydı bazı yerlerde “Yok artık, bu kadar da olmaz!” denebilecek çözümler üretiyorlar. Dönemin atmosferi, insan ilişkileri, hapishane ortamı, tünel kazma sürecinin tüm detayları, neredeyse günü gününe o kadar başarılı bir biçimde kâğıda dökülmüş ki, sanki soluk soluğa bir macera filmi izliyoruz. Tesadüfen daha bir kaç gün önce, Erhan'ın da anılarında bahsettiği ve kendi maceraları ile özdeşlik kurduğu Henri Charriere'nin 1968'de yayınlandığında bütün dünyada çok satar olan, Fransız Guyanasında başından geçenleri ve kaçışını anlattığı “Kelebek” isimli romanınından uyarlanma filmi izlemiştim. Sebayittinlerin macerasının yanında Charriere'inki çok basit göründü. Bunun da ötesinde Internet'de yaptığım kısa bir araştırmada dünya tarihinde Erzican Askeri Cezaevinden kazılan tünel uzunluğunda bir cezaevi tüneli bilgisine rastlayamadım.

Dahası, çok daha önemlisi var: bu kitap akla gelebilecek en zor koşullarda liderlik, örgütlenme, çözüm üretme, ekip çalışması konusunda bir başyapıt. Sebayittin'in hapishane öncesi dönemde devrimci mücadele içerisinde yeteneklerini ne kadar sergileyebildiğini bilmiyoruz ama sanki hapishane koşulları onun eşine az rastlanır kişisel becerilerini sergileyeceği bir ortam oluşturmuş.

Bu kitabın yayına hazırlanmasında emeği geçen, anıların gün ışığına çıkmasına vesile olan Şair Naim Kandemir'e de şükranlarımızı iletiyoruz. Onun deyişiyle “Tünellerin Piri” Sebahattin Selim Erhan'a da yoldaşları ile birlikte sağlıklı ve uzun bir ömür diliyoruz. Şimdilerde kalbine karşı sürdürdüğü mücadeleyi de kazanacağından hiç şüphemiz yok. Tıkanmış damarları varsa, onları açmanın da bir yolunu bulacaktır mutlaka.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.