Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Zalim Carnero'nun en "pırıltılı" günleri



Toplam oy: 665
Emiliano Monge
Yapı Kredi Yayınları
Bakır Gök’ün ayakları, Meksika'nın örseleyici topraklarına basıyor ve her adımda gerilimin hâkim olduğu yaşamlardan besleniyor.

Arrastar Esa Sombra ve Morirse de Memoria pas geçildikten sonra, nihayet bir Emiliano Monge kitabı Türkçeye çevrildi. Özgün adı El Cielo Árido olan ve Saliha Nilüfer tarafından Türkçeleştirilen Bakır Gök, yayımlanışından üç yıl sonra bizlerle buluştu. 

 

Meksikalı Monge’ye Latin Amerika’da “akademisyen yazar” diyen de var “gezgin anlatıcı” diyen de. Kendi hesabıma ben “gazeteci-yazar” demeyi tercih ediyorum çünkü Monge El Pais, Letras Libres ve Reforma y Gatopardo gibi önemli yayınlarda kalem oynattı. Yine buralarda araştırmacılık ve editörlük de yapmış bir isim. Ona “akademisyen yazar” denmesi ise Universidad Nacional Autónoma de México’daki hocalığından ileri geliyor. 

 

Kim hangi sıfatı yakıştırırsa yakıştırsın Monge, Latin Amerika edebiyatının gelecek vaat eden yazarları arasında gösteriliyor. Özellikle ülkesi Meksika’nın tarihine yaslanarak yazdığı öykü ve romanlarında, bu coğrafyaya özgü şiddeti, coşkuyu ve kırılganlıkları anlatırken “çatışma kültürünün” nasıl egemen olduğunu da işliyor. 

 

Öfkesine yenilen "Bizimadam"

 

 

Monge’nin, yaşadığı dönemin ruhunu yansıtan bir kahramanı var Bakır Gök’te. Adı Germán Alcántara Carnero. Monge’nin anlatıcısının deyişiyle “Bizimadam.” 

 

Carnero’nun, Lago Seco’da yıllar boyu büyük bir zalimlikle sürdürdüğü görevinden ayrılışıyla başlayan kitap, baş döndürücü bir hızla sürekli yön değiştiriyor; geri dönüşlerle ileri sıçramalar okuru sersemletiyor. 

 

“Gringo” Carnero’nun eli kanlı; canına kıydığı epey insan var ve “onları öldüren ben değilim, zaman” diyerek gönlünü ferahlatıyor. Doğduğu yerin adamı Carnero, dört yanı şiddetle örülü, ailesi sorunlu, her köşe başında isyan ve cinayetle yüzleşen biri. Hava deseniz öldürücü derecede sıcak ve bu da bütün ahaliyi çileden çıkarırcasına büyük bir sıkıntı. 

 

Carnero’nun faaliyetleri de muhtelif: Zulmü gırla, aşkı son sürat, sevgilisinin ölümüne yol açan baskın ve oradan doğan intikam ateşi yanına yaklaşılmasını imkansız kılan bir öfke patlaması yaratıyor, işlediği cinayetler de cabası. Ha unutmadan, grev bastıracak kadar gözü kara biri “Bizimadam.” Burada bir uyarı mimi koymak gerek; arka arkaya sıraladığım söz konusu mevzular kitapta öyle silsile halinde verilmiyor. Monge’nin anlatıcısı, biraz baştan, biraz ortadan ve biraz da sondan giriyor konuya. Anlaşılacağı üzere hikaye, hepsinden tutam tutam oluşuyor. Zaten anlatıcı, zalim Carnero’nun hayatının en “pırıltılı” anlarını aktardığını söylüyor bize; bunu da birkaç kez tekrarlıyor. 

 

Carnero’nun hareketli yaşamı, bir bakıma kendisinde eksik olanı arama süreci. Hep kendisiyle barışmak isteyen, bunu beceremeyip öfkelenen bir adam var karşımızda. Bu nedenle onun adına bütün başlangıçlar bir son, tüm sonlar da birer başlangıç. Tıpkı doğumu, Lago Seco’da yükselişi ve oradaki görevinden ayrılışı gibi. 

 

Carnero, başına gelen her sinir bozucu olayda “Hani hükümet binasından çıkıp gidince her şey bitecekti? Hani kinimi geride bırakacaktım?” diye sorar. Hasta doğan çocuğu, geçmişin hesabını sormak için bekleyenler, her daim kol gezen korku ve sevdiklerini kaybetmiş olmanın verdiği acı, Carnero’ya öfkesini unutma, ondan sıyrılma imkanı tanımaz. 

 

Monge, Carnero’nun takviminde bazı günleri işaretliyor. Bunları kimi zaman iç içe geçiriyor bazen o günlerin, etrafındaki insanları nasıl etkilediğine değiniyor ve hepsini Meksika’nın kadim kavuruculuğuyla birleştiriyor. Zamanın olağan akışında, Carnero’nun öfkesine yenildiği ve dinginleştiği anlarda, bu olağanlıktan pek nasibini alamadığını görüyoruz. 

 

Ayakları örseleyici topraklara basan roman

 

Öldürdükleriyle beraber, ölen yakınları ve hatıralarını da sık sık anımsayan Carnero’nun dine yaklaşması aynı günlere rastlıyor. Her şey yerli yerinde dururken toprak yarılıyor, bedeni titriyor ve kafasına bin türlü düşünce peyda oluyor. Böylece geçmiş günlerin ağırlığıyla bir şekilde baş etmeye uğraşıyor. Hükümet binasındaki görevinden istifa etmesine neden olan öfke, suçluluk, acizlik ve hüzün burada da devreye giriyor. Kısacası önümüzde despot ama aynı zamanda çıkış yolu arayan; eski yaşamını unutmaya ve o çemberden sıyrılmaya çabalayan biri duruyor. 

 

Aslında yıllarca demir yumrukla yönettiği kasabanın halkı da Carnero’dan çok farklı değil. Büyük bir bocalama içindeler ve bütün adımlarını -başarabilirlerse- temkinli atıyorlar. Bir bakıyorsunuz müthiş bir cesaret, bir bakıyorsunuz sinik davranışlarla ne yaptığını ya da yapacağını bilmez haldeler. Yani kesif bir çelişki. Bu anlamda Carnero ve halk birbirini tamamlıyor. 

 

Carnero, bocalayan ve kendisini sürekli aksi yönlere çekiştiren bir kahraman. Kurtulmak istediği ve peşinden gelen acılar, öfke ve şiddet yüzünden yaşamı zehir olan biri. Dolayısıyla etrafına da kendi yarattıklarını saçan haşin bir adam ve saatli bir bomba. 

 

Bakır Gök’ün ayakları, Meksika’nın örseleyici topraklarına basıyor ve her adımda gerilimin hâkim olduğu yaşamlardan besleniyor. Bu bakımdan Monge’nin, düz olmayan anlatımıyla ülkesinin yirminci yüzyıl ortalarındaki haline hayli sağlam bir bakışla eğildiğini rahatlıkla söyleyebiliyoruz.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.