Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

“Adım Geralt. Yerim yurdum yok benim.”



Toplam oy: 349
Çocuk yaşlarda mutasyona uğramış, kılıç kullanma ve büyü yapma eğitimi almış, profesyonel bir canavar avcısı.

“Ben Witcher’ım. Yapay olarak yaratılmış bir mutant. Para karşılığında canavar öldürürüm. Anne babaları bedelini öderlerse çocukları korurum. Parasını Nilfgaardlı anne babalar öderlerse Nilfgaardlı çocukları da korurum. Dünya harap olsa bile –ki bunu hiç sanmıyorum– bir canavar beni öldürünceye kadar bu dünyanın harabeleri üzerinde canavar öldürmeyi sürdürürüm. Bu benim yazgım.” Rivyalı Geralt’ın bu sözleri, bir Witcher’ın ne olduğunu aslında çok iyi özetliyor. Çocuk yaşlarda mutasyona uğramış, kılıç kullanma ve büyü yapma eğitimi almış, profesyonel bir canavar avcısı. “Profesyonel” burada önemli bir kelime; Rivyalı Geralt ve diğer Witcherlar, canavar avlama işinde eşsizdirler ama bunun dışında pek bir şey bilmezler. Ticaretten anlamazlar örneğin, ya da çiftçi değillerdir. Canavar avlarlar ve hayatta kalabilmek için hizmetleri karşılığında bir ücret talep ederler. Her dolunayda köylerine musallat olup içlerinden birini –bazen de çocuklarını– öldüren bir kurtadamdan kurtulmak isteyen zavallı fakir köylüler de Wicther’a ücretini vermek zorundadır, lordlar ve valiler de. İşi gereği bir yerde uzun süre kalamaz; canavar bulunmayan bir yerde Witcher aç kalır. Onun da bir canavar olduğunu düşünen sıradan halkın arasına karışamaz. Hayır, bir Witcher’ın pek bir emeklilik hayali de yoktur!


Andrzej Sapkowski’nin son yılların en iddialı ve ses getiren fantastik serisini yazmasına ve “Witcher” karakterini yaratmasına sebep olan şey belki de şu soruydu: “Nasıl olur da canavarlarla dolu bir dünyada sıradan insanlar kahramanlık gösterip canavarları öldürebilir?” Fantastik edebiyat bunun örnekleriyle dolu; ancak Sapkowski, “Hayır, sıradan bir insan efsanevi canavarları öldüremez. Profesyonel bir avcı olması lazım,” der.


Rivyalı Geralt’ı yaratan Sapkowski, onun yanına büyücüler, ozanlar, cüceler, elfler de ekliyor. Ve birkaç soru daha soruyor; örneğin şunu: Sizce insanlar, cüceler, elfler hep birlikte kardeşçe yaşayabilir miydi? Dünyasını yaratırken işte bu ve benzeri sorulara da gerçekçi yanıtlar veriyor Sapkowski. Onun dünyasında elfler soykırıma kurban gidiyor. Cüceler pogroma uğruyor. İnsanlar hayatta kalabilmek, lordlar ise biraz daha fazla güç elde edebilmek için her şeyi yapıyor. Bu nedenle Witcher’ın yaşadığı dünya karanlık; köyler fakir köylüler ve canavarlarla dolu; şehirlerde ise daha karanlık, sinsi ve kötü canavarlar yaşıyor.

 

 

Hem karanlık hem mizahi

 

Rivyalı Geralt’ın maceralarını anlatmaya ilk önce Son Dilek’le başlıyor Sapkowski. Son Dilek bir öykü derlemesi. Rivyalı Geralt’ı, arkadaşlarını ve yaşadığı dünyayı anlamak için önemli. Geralt’ın kadınlarla olan ilişkilerini, hayata bakış açısını, yaşadıkları dünyanın ne kadar fantastik (ve aslına bakarsanız ne kadar da gerçekçi) olduğunu anlayabilmemiz için okunması elzem hikayeler... Hem gerçekçi hem de fantastik olarak nitelendirilebilecek bu hikayeler aynı zamanda bir o kadar da mizahi. Zaten, belki de Witcher serisinin tüm dünyada bu kadar popüler olmasının bir sebebi de mizah ile karanlık ve puslu fantastik hikayeleri bu kadar uyumlu bir şekilde harmanlayabilmiş olması.


Kader Kılıcı’yla devam eden seri, ileride çok önemli olacak bir karakteri de bize ilk kez bu aşamada tanıtıyor. Cintra ülkesinin genç prensesi Ciri, yine bir öykü derlemesi olan Kader Kılıcı’nda ilk kez karşımıza çıkıyor. Bir Witcher’ın neden kaderin gölgesinde doğması gerektiğini, onunsa bundan daha fazlası olduğunu bu hikayede öğreniyoruz. Bu öykü derlemesinde de Rivyalı Geralt’ın çalkantılı aşk hayatını, yaşadıkları dünyanın ekonomisiyle ve insan ilişkileriyle kanlı canlı bir dünya olduğunu, tıpkı bizim dünyamızda olduğu gibi akıllı ve aptal, zorba ve müşfik, çıkarcı ve hayırsever her türden insanın bir arada yaşadığını görüyoruz. Diğer birçok fantastik romanın aksine Sapkowski’nin kitaplarındaki karakterler ise siyah veya beyaz değil. Herkes grinin bir tonu ve bu yüzden de gerçekçiler.


Elflerin Kanı
ise serinin üçüncü kitabı ama ilk romanı. Bize dünyayı ve karakterleri tanıtan Sapkowski, kolları sıvayıp, “Asıl şimdi başlıyoruz,” der gibi yazmış bu kitabı. Dikkatli okurların bir yandan İkinci Dünya Savaşı alegorisi olduğunu fark edecekleri bu roman, spot ışıklarını Rivyalı Geralt’ın üzerinden alıp Ciri’ye yönlendiriyor. Elflerin Kanı’nda sürekli yaklaşmakta olan bir kıyamet, bir felaketten bahsediliyor. Ciri’nin bu felaket çağında çok önemli bir rolü olacağını da öğreniyoruz ama nasıl bir rolü olacağı belli değil. Doğal olarak Ciri’den ve onun öneminden haberdar olan başkaları da var ve onlar da Ciri’yi ele geçirmek için her şeyi göze alabilecek kadar korkusuz.


Polonyalı olduğu için, İkinci Dünya Savaşı sırasında önce Almanya’nın sonra da Sovyetler Birliği’nin işgaline uğrayan Polonya’nın tarihine doğal olarak gayet aşina olan Sapkowski, kitaplarında fantastiği ve tarihi, gerçekçiliği ve mizahı birleştiriyor. Okurun karakterlerle bağ kurmasını sağlarken, etkileyici bir atmosfer de yaratıyor. Kısacası; farklı bir fantastik seri okumak isteyenlerin ve özellikle de Witcher’ın bilgisayar oyunlarını saatlerce oynayıp bitirdiklerinde eli ayağı titrer bir şekilde daha fazlasını isteyenlerin kaçırmaması gereken bir seri.

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.