Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

“Bu bir kitap bile değil, aldatıldınız!”



Toplam oy: 1014
Nejat Soyer
Cinius Yayınları
Okurla konuşuyor metin arada. Yazar yani, yani yazara yazdıklarını yazdıran şey… O okur bazen ben, bazen sen, bazen başkası…

Daha en baştan “Senin aradıkların benim umurumda değil” diyen bir kitapla ömrümün en sıcak gecelerinden birinde evde oturmuş, arkasında ne olduğunu hiç mi hiç kestiremediğim bir kapıyı zorluyorum. Devam ediyor: “Bu kitabı eline alıp sağda solda gösteriş yapmana gerek yok, alay konusu olursun.” Benimle mi konuşuyor? Devam ettikçe başka başka bilgiler akıyor zihnime, yolumu kaybettiriyor. Başa dönüyorum, her şey daha da karmaşıklaşıyor. Bir labirent bu. Ben labirentteki fareyim. Bir an geliyor, içime su serpen tatlı bir aydınlanma anı, eşzamanlı bir Ağustos esintisi havalandırıyor perdeyi, tamam diyorum çıkışı galiba buldum, fare bıyıklarımı sürtüp duruyorum sayfalara. Anlıyorum ki, bir yazma hadisesi mevzubahis kitapta. Bir yazar ve ona yazdıklarını yazdıran bir ‘şey’ var. Yazdığı şey de, elimde tuttuğum kitaptan başkası değil. Durmadan şekli değişen, zamansız, mekansız bir ‘şey’ bu yazma emrini veren. Bir iç ses bile olabilir, emin olamıyorum. Otoriteyi temsil ediyor, bir hedefi var: Yazma eylemini hayata geçiren kişinin bir kelime gizli zihninin içinde. Kendinin bile bilmediği bir kelime bu. Otoritenin amacı bu kelimeyi ele geçirmek. Çünkü bilindiği takdirde gerçeğin istenilen şekilde yönetilebileceği, her şeyi denetleyebileceği, insanları istediği her şeye inandıracak bir kelime. 

 

 

 

Bu kitabı eline alıp sağda solda gösteriş yapmana gerek yok, alay konusu olursun. Daha beteri anarşist filan diye damgalanırsın.

 

 

 

 

Okurla konuşuyor metin arada. O okur bazen ben, bazen sen, bazen başkası… Bu kitabın kapağını açmaya cüret etmiş herkes yani. Sürekli aynı şeyi tekrar ediyor: “…bunu anlatmamın bana hiçbir yararı yok, senin bir şey anlamanın da anlamı yok. Buraya kadar olan birkaç sayfayı okuyup anladığını da sanmıyorum…” Arada çıkıveriyor bir köşeden,  “Ve sen sayın okur. Para verip aldın artık. Ancak bu kitabın bir avantajı var, her an terk edebilir ve gidebilirsin” diyor. “Benimle mi konuşuyor?” hissim kitap boyunca baki. Yaşamak için her gün yazmak zorunda olan bir yazarın tuttuğu notlar arasında çırpındıkça ağlara dolanan balık gibiyim. Bir yandan da garip bir okur içgüdüsü var içimde; bir girsem içine, güzel bir şey bulacağım. Lakin aklımı sağdan soldan çekiştiren bir sürü detay, kişi, varlık. Artarda gelen bölümlerden bir bütün yaratamıyorum.  ‘Yazar’ bazen -sağ olsun!- bir ‘gerizekalı’ olmadığımı hatırlatıyor, “Sevgili okur, bu kitap sana yazılmadı ki” deyip içime su serpiyor. Arada da sağ gösterip sol vuruyor:  “Dürüst olmak zorundayım: Bu bir kitap bile değil, aldatıldınız.”

 

 

 

Bir labirent bu. Ben? Labirentteki fareyim.

 

 

Gecenin sonunda, nakavt olmuş vaziyetteyim. Uzun bir yoldan gelmişim. Üzerimde filler tepinmiş sabaha kadar. Vardığım noktada, yola çıktığım noktayı çoktan unutmuşum. Teknik bir aksaklığa, metnin maharetsizliğine işaret etmek zorunda değil elbet bu halim. Kitapta belli bir zaman çizgisinin olmayışı, mekanın kayganlığı, karakterlerin sersemletici geçirgenliği, yer yer bunaltıcı hale gelen bilinç akışı ve dramatik monologlar, okuru hikayenin merkezinden geri gelmesi zor uzaklara fırlatsa da, bütün bunlar bilinçli bir tercih olmalı. Belki daha serin bir günde tekrar okumalı, bilmiyorum.

 

 

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.