Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

“Denge bir balıktır, dümdüz yüzen bir balık”



Toplam oy: 731
Caterina Bonvicini
Remzi Kitabevi

Edebiyatın köpekbalıklarıyla buluştuğu noktada, kuşkusuz akla gelen ilk eserlerden biri Peter Benchley’in Jaws: Denizin Dişleri adlı romanı. Beyazperdeye uyarlanmasıyla birlikte daha da geniş kitlelerce bilinir hale gelen bu hikâye o kadar etkileyici bir boyut kazanır ki, zamanında, özellikle okyanus kıyılarına yakın yaşayanların uzunca bir süre sahillere yalnızca güneşlenmek için uğradıkları söylenir!

 

Köpekbalıklarının Dengesi romanının kahramanı Sofia da, benzer bir korku duyuyor köpekbalıklarına karşı: “Benim köpekbalıklarıyla aram çok kötü. Korkum o kadar ilkel ki artık denize bile giremiyorum. Sadece çok sığ ve şeffaf sulara girebiliyorum. Aşağıda ne olduğunu göremezsem paniğe kapılıyorum.” Ancak romanın temelinde yer alan şey, Sofia’nın köpekbalıklarıyla böylesi bir “besin zinciri” ilişkisi değil; Köpekbalıklarının Dengesi’ndeki yakınlık, köpekbalıklarının yarattığı doğal denge ve davranışları üzerinden kurulmuş daha çok, bir başka deyişle daha “derin” bir bağlantı üzerinden...

 

Ekosistemin en tepesinde bulunan ve en acımasız hayvan gibi görünen köpekbalıklarının aslında diğer deniz canlılarının yaşamasını nasıl sağladığı ya da örneğin beyaz köpekbalıklarının kaderlerindeki yalnızlığa ilişkin bilgiler romanda, Sofia’nın babası aracılığıyla aktarılıyor. Hayatını Sofia’dan uzakta, Güney Afrika ile Avustralya arasında geçiren babası Nando, köpekbalıklarını görüntüleyen bir araştırmacıdır. Torino’daki kızıyla e-postalar aracılığıyla haberleşebilmektedir; çektiği köpekbalığı videolarına müzikler ekleyerek, kamera karşısına geçip konuşarak bir anlamda görüntülü bir mektuplaşmadan ibarettir çoğunlukla aralarındaki iletişim.

 

Manikdepresif bir koca

 

Annesini ise, henüz altı yaşındayken kaybetmiştir Sofia; depresyon hastası olan annesi, gözlerinin önünde balkondan atlayarak intihar etmiştir. Diğer ilişkileri de yolunda gitmez; bir manik depresif olan Nicola’yla evlenir, üstelik bu durumu evlendikten sonra, ancak Nicola krize girdiğinde öğrenecektir.

 

Paranoyak hezeyanların da baş göstermesiyle evliliği uzun sürmez ve sonrasında Arturo girer hayatına. Arturo’yla tanışmasını babasıyla paylaştığında, Jacques Brel’in “La chanson des vieux amants” şarkısı eşliğinde her türden köpekbalığının çifleştiği bir dizi görüntünün yer aldığı şöyle bir e-posta gelir cevap olarak Nando’dan: “Ne yazık ki iki beyaz köpekbalığını sevişirken hiç görmedim. Böyle bir şey kim bilir hangi derinliklerde oluyor. Ama yeni çiftleşmiş dişileri anlamak çok kolaydır çünkü vücutlarında bir yara izi olur. Erkek, eşinin hareketsiz durması için onu ısırır. Yani üç bin dişini eşinin etine batırır. O dişleri iyi bilirsin, boynunda duran kolyeye asılı olan o diş gibi yedi santimetre uzunluğundadırlar.

 

Tabiatın dişilere daha kalın bir deri vermiş olması boşuna değil. Onlar için aşk çok acı verici bir deneyim olmalı. Ama korkma, Sofia. Ne de olsa doğa sana da daha kalın bir deri verdi.” Bu “kalın deri”nin dayanıklılığı test edilir gibidir Sofia’nın yaşadığı ilişkilerde, çünkü yakınlaştıkları sırada Arturo, “Sofia, bilmen gereken bir şey var,” der, “ben depresyon hastasıyım.” 1 Nisanda tanıştığı (şaka gibi ama) ve ilişki yaşamaya başladığı Marcello da –evli olması bir yana– panik ataklarla, kendine güvensizlikle, birilerini hayal kırıklığına uğratacağı korkusuyla mücadele etmeye çalışmaktadır. Bencilce onu bir dayanak gibi gören “kırılgan” adamlarla çevrelenen hayatında Sofia, ilişkilerinde dengeyi bir şekilde bulacağına inanarak ayakta durabilmektedir. Annesinden kalan, onun uzaktaki bir arkadaşına –Sofia’ya hamile kalmasından intiharına kadar– bütün içtenliğiyle ve açıklıkla yazdığı mektupların müsveddelerini okumaya başlamasıyla ise, kurmaya çalıştığı “denge” altüst olur. 

Roman bu şekilde özetlendiğinde, Sofia açısından olumsuzlukların bu kadar art arda, her şeyin bu kadar üst üste gelmesi, kurgunun biraz fazlaca mı zorlandığı sorusunu getiriyor ister istemez. Ancak Caterine Bonvicini bunu “bağırmadan”, göze sokmadan, olay örgüsünü ince ince örerek yapmış; Sofia’nın yaşadıklarını, mücadelesini annesinin mektuplarındaki ayrıntılar ve babasının gönderdiği görüntülerden yola çıkarak köpekbalıkları, yunuslar, balinalar ya da orkaların yaşamları üzerinden metaforlarla okuyoruz. Yüzgeçleri kesilmiş bir köpekbalığının nafile bir çabayla dengesini bulmaya çalışması ama giderek dibe batması gibi, Sofia’nın çırpınışlarının da nereye varacağını tahmin etmek güç değil; Caterine Bonvicini de, başka birçok romanda rastladığımızın aksine, bir noktadan sonra beklenen sonu bir “sürpriz”miş gibi sunmuyor zaten. Sofia’nın “başarısızlıkla” sonuçlanan intihar girişimi sonrası hazırlanan hastane raporuyla açılan roman, daha çok süreç üzerine inşa edilmiş. 

 

Yanıt Torino sokaklarında

 

“Buz kütlesinin altına dalmak, hayatımdaki en zor deneyim oldu. Tek sorun soğuk değildi. (...) Asıl sorun bambaşka bir şeydi. Denize buzda açılan bir çatlaktan giriyorsun ve döndüğünde o çatlağı bulamazsan bitersin. Eğer bir şey olur da hemen çıkman gerekirse, hemen yükselip buz kütlesine kadar çıkmamak gerekiyor, çünkü oradan çıkışı bulmak imkânsız. Daha da aşağıya inmek lazım, çünkü ışığın sızdığı çatlağın nerede olduğu sadece dipten görülebilir.” Babasının aktardığı bu deneyim, Sofia’nın durumunu da özetler nitelikte; Köpekbalıklarının Dengesi romanında daha çocukluğunda açılan bir çatlaktan buz gibi sulara giren, sürüklenen Sofia’nın çıkışı bulabilme çabasını okuyoruz, denebilir. Sofia’nın adım adım ilerlediği noktayı biliyoruz belki, ama yine de romanın sonuyla ilgili şöyle bir soru kalıyor ortada: Sofia’nın bunu bir daha tekrar edip etmeyeceği... Bunun cevabı ise, Torino sokaklarında saklı. Bir fotoğraf sanatçısı olan Sofia’nın değişen ruh hallerine göre kente, sokaklara, binalara bakışı da değişmektedir; dolayısıyla romanın sonuna dair merak konusu, son satırlarda Torino’yu nasıl gördüğüdür. 

 

Caterine Bonvicini’nin, romanında önemli bir unsur olarak köpekbalıklarını seçmesinin nedenini, Sofia’nın babasına ait şu cümlelerde bulmak mümkün: “Köpekbalıklarının hava kesesi yoktur, su yüzeyinde kalabilmek için karaciğerlerini kullanırlar. Bizden bu kadar farklı bir hayvanın bize bu kadar benziyor olması sence etkileyici değil mi? İnsanlar için de konu bir sindirim sorunudur. Sonuçta bu hayvanda her şey var: Onun iç organlarına giriyorum ve kendimi tanımayı öğreniyorum.” Sofia bu süreçte aynı zamanda, özellikle davranışlar açısından insanlarla köpekbalıkları arasındaki benzerlikleri de keşfeder.

 

Bunun izini, Türkçede yakın bir zaman önce yayımlanan İçimizdeki Balık isimli popüler bilim kitabında da sürebiliriz (çev. Aysun Yavuz, NTV Yayınları, 2010). Bir paleontolog olan olan Neil Shubin, profesör açığı yüzünden, Chicago Üniversitesi Tıp Fakültesinde anatomi dersi vermeye başlar. İlk bakışta, doktorlara ders vermesi için meslek hayatını balıkları incelemekle geçirmiş bir paleontoloğun seçilmesi “tuhaf” görünmekle birlikte, balıkların ve sürüngenlerin vücutlarının insan vücudunun daha basit birer versiyonu oluşu Shubin’in bu dersler esnasında imdadına yetişir. Neil Shubin’in “İçimizdeki Köpekbalığı” başlıklı bölümdeki, esprili bir şekilde dile getirdiği şu cümlesi dikkate değer: “Hepimiz değişime uğramış köpekbalıklarıyız.”

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.