Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

“Morfin uykusu”



Toplam oy: 605
Ingvar Ambjörnsen // Çev. Banu Gürsaler Syvertsen
Ayrıntı Yayınları
Gece Gündüzü Düşlüyor, yalnızlığın ve yabancılaşmanın sınırlarını genişletip daraltan bir roman.

Türkçede Beyaz Zenciler, Tavandaki Kukla ve İnsan Postuna Bürünmüş Köpek gibi kitaplarıyla tanınan Ingvar Ambjornsen, bu kez Gece Gündüzü Düşlüyor romanıyla karşımızda. Özellikle genç okurların ilgiyle takip ettiği yazar, “otoritelerce” sert ve “kötü örnek olabilecek” bir anlatım benimsemekle eleştiriliyor. Ambjornsen'in, her türlü idealist ve ideolojik söylemi yererek oluşturduğu anlatım, bilindiği zannedilen ile bilinmeyen dünya arasında kalan insanda ve onun kurduğu ilişkilerde yoğunlaşıyor. Toplumsal sözleşmelerle oluşturulan riyanın peşine düştüğünden, Ambjornsen için, arı kovanına çomak sokan bir isim denebilir. Yazar, Gece Gündüzü Düşlüyor'da da yine bu yoldan ilerleyerek kıyıdaki hayatları ve aykırılıkları işlerken bizi göçebe Sune'yle buluşturuyor.

Sune, dağlarda serseri mayın gibi gezen, bulduğu yerde konaklayan ve konfor merakı olmayan biri. Acıktığında, sızdığı mekanlardan yiyecek aşıran ama kırıp dökerek girdiği kulübe veye evlerden gerekli onarımları yaparak ayrılan bir gezgin aynı zamanda. İlkgençlik yıllarından bu yana doğaya büyük bir keyifle adım atan Sune, yabancılaşmanın hüküm sürdüğü ilkel dünyayı (kentleri) geride bırakıp dağda yalnız ve özgürce “morfin uykusuna” dalıyor. Çocukluğundan beri, çevresindeki her şey altüst olduğunda, zamandan koparak dağlara sığınıyor. Fakat bu kopuş pek uzun sürmüyor; kendisi gibi maceraya atılmış motosiklet tutkunlarına, sanatçılara ve hippilere denk gelmesiyle ortam “şenleniyor.” Toplumun kıyısındaki idealistlerden oluşan “kalabalık” karşısında, “başka gezegenden gelen bir yabancı gibi” duran Sune, o ilişki ağını ve rastlantıyı anlamaya uğraşıyor. Ambjornsen'in o anlara değinen satırları, hayalle gerçek arasında salınıp duruyor.

Ambjornsen, Sune'nin dalıp gittiği ormanı hayatla, ormanın dışını da yabancılaşmayla eşleştiriyor. Kahramanın, ormanda hem kendisiyle hem de kendine benzer insanlarla yüzleşmesi ise kitabın ilk kırılma anı. İkincisi, Sune'nin karşılaştığı ve onu ne kadar atlatmak istese de adeta gölgesine dönüşen yaralı kadın. Sune, bu karşılaşmanın, yaşadığı hayat ile yeni başlayacak hayatı arasındaki bir geçiş aşaması olduğunun farkında. Başka birine bakma veya göz kulak olma alışkanlığı bulunmayan Sune, bu Vale'yle birlikte göçe devam etmek durumunda.

Vale'yle yolculuğu, daha önce gördüğü rüyaların bir benzeri; onunla gittiği yerlerde başına gelenlerin ardından Sune'nin ağzından “dünyanın dışındayım” sözcükleri dökülüyor.  Bahsi geçen dünyanın dışında olma durumu, Ambjornsen tarafından romanın fütüristik ve fantastik öğelerle donatılmasını simgeliyor aynı zamanda. Yazarın, Sune ile Vale'nin yaşadıklarını ve konuşmalarını öne çıkararak yaptığı bir başka şey, romana kaybedilmiş sessizlik ve şiddetle beslediği yitik bir hava katmak. Üstelik söz konusu durum, uykuyla uyanıklık arasında olduğu gibi bulanık bir havada seyrediyor.

Ambjornsen, ikilemler, ikilikler ve yabanıllık üzerinden yürüyor. Gece Gündüzü Düşlüyor, yalnızlığın ve yabancılaşmanın sınırlarını genişletip daraltan bir roman.      

 

 

 


 

 

 

Görsel: Cihan Dağ

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.