Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

“SON”, filmlerde olur



Toplam oy: 608
Monika Maron // Çev. Zehra Aksu Yılmazer
Alef
Fikirlerini özgürce ifade edemeyen, temel özgürlükleri ellerinden alınmış, her hareketlerini ölçüp biçmek durumunda olan bir kuşağın bulantısını sarsıcı bir dille anlatıyor Monika Maron.

Monika Maron'un romanı Uçucu Kül, sosyalist ve demokratik olduğunu iddia etmesine karşın, aslında totaliter olan bir sistemin falsolarını görmezden gelemeyen, toplum içinde yüksek sesle savunamayan, dolayısıyla dünyanın geri kalanına karşı meşrulaştıramayan; düzen için kısa vadede uyumsuz, uzun vadede hain, gazeteci Josefa Nadler'in hikayesini anlatıyor. Fakat Josefa, totaliter rejimleri anlatan birçok romanda olduğu gibi, bir anda ya da sadece bir tesadüf eseri aydınlanan bir karakter değil. Çocukluğundan beri idealize ettiği büyükbabası gibi azıcık çatlak biri olmayı istiyor. Toplumun çatlak/kaçık/deli diye yaftaladığı insanların kimi açılardan diğerlerinden çok daha özgür olduklarını iddia ediyor. Annesi ve teyzesinin belirlediği kaçıklık semptomlarının (gerginlik, çabuk öfkelenmek, hayalperestlik) kendisinde de olduğunu keşfeden küçük kız, “dedesine çekmiş” lafını duydukça için için kahkahalar atıyor. Çünkü ona göre kaçıklar, insanların bunaltıcı yargılarından muaf oluyor. Diğerleri, “bunlar kaçık” deyip geçiyor ve onları rahat bırakıyor. Dolayısıyla, Josefa için dışarıda kalmak oldukça eski, neredeyse içgüdüsel bir özlem.

Ağırbaşlı, uysal, kurallara saygılı olmayı varoluşsal olarak reddeden bu kadının gazete yazarlığı yaptığını okuduktan sonra işlerin gitgide trajikleşeceğini açıkça görebiliyorsunuz. Hakkında bir yazı yazması için gönderildiği B. şehrinde gördüklerini (kömür santralindeki çalışma şartlarını, havadan hiç eksik olmayan, siyah kar gibi yağan kül tabakasını, insanların korkunç yaşam koşullarını, hasta çocukları vs) her gittiği yer için yaptığı gibi hüsnütabire başvurarak anlatamayacağını fark eden Josefa, çıkmaz bir yola doğru ilerliyor.

Gazete editörleriyle çatışmak durumunda kalan genç kadın, otuz yıl önce, rejim henüz kurulurken bambaşka deneyimler yaşayan, yıkıntılardan taş taşıyarak ülkeyi yeniden kurmak isteyen, toprak sahiplerinin arazilerini kamulaştıran, devrimi yapan kuşakla, yeni kuşak arasındaki farkı olağanüstü teşhis ediyor. Dünya tarihindeki tüm mücadeleleri ezbere bilen ve atası belleyen gençler, kendilerine bir devrim kalmadığı, bütün devrimler gerçekleştiği, son devrimi anne babalarının yaptığı iddiasıyla rejimden yabancılaşıyorlar. Sanki film çoktan bitmiş, “son” yazısı görünmüş gibi... Onlara düşenin ortalığı derli toplu tutmak olduğunu, bir anlamda müze bekçiliğinden farksız bir görev üstlendiklerini idrak etmeleri hayatlarına bir anlam katmalarını zorlaştırıyor. Yeni bir şey yapmamaları, sadece var olanı korumaları beklenen yeni kuşak, kendini gerçekleştirme olanaklarından koparılmış, gıpgri bir can sıkıntısı içinde hayatını sürdürüyor.


Tarih bitti deyince bitmiyor



Fikirlerini özgürce ifade edemeyen, seyahat gibi temel özgürlükleri ellerinden alınmış, her hareketlerini ölçüp biçmek durumunda olan, fakat daha da kötüsü dünyanın en demokratik, en mükemmel ülkesinde yaşadıkları iddia edilen kuşağın bulantısını sarsıcı bir dille anlatıyor Monika Maron. Fakat yine de umutsuzluğa sürüklemiyor. Zira, tarih bitti deyince bitmiyor. “Beni benden almışlar gibi hissediyorum. Montmartre'da gezemeden, çölün kokusunu ya da taze istiridyenin tadını bilmeden uzay çağında ölmekten söz etmiyorum. Bunlarda gözüm yok artık, kendimi teselli edebiliyorum. Atalarımız da fazla uzağa gidemediler at arabalarıyla. Ama yine de kendi dünyalarının birazını gördüler. En büyük hırsızlık şu: Niteliklerimi benden alıyorlar. Kendim gibi olmama izin vermiyorlar. Her özelliğimin önüne bir 'fazla' koyuyorlar: Fazla spontanesin, fazla safsın, fazla dürüstsün, bir yargıya varmakta fazla hızlısın... Anlayamadığım halde anlamamı bekliyorlar; kabul edemediğim şeyleri kabullenmemi, sabırsızlıktan çıldırmama rağmen sabretmemi istiyorlar. Kendim gibi olduğumda neden işlerine yaramıyorum? Bazen düşünüyorum da, en yüce ilkelerin düzen, disiplin ve sadakat olmadığı bir dönemde daha faydalı olabilirdim belki. Yüz kilometre hızla giden bir arabanın el freni çekili haldeyse, bozulur. Ya insan, insan sağlam kalır mı? O da bozulur. Durmaz, düşmez, ama giderek güçsüzleşir, hiçbir şeyi başaramaz. Çünkü en önemli meşgalesi kendini kontrol altında tutmak, düşüncelerini, duygularını inkar etmektir. Kendiyle mücadele ederken yıpranır, düşüncelerini daha düşünmeden budar, daha söylemeden geri alır sözlerini, yargılarına güvenmez, kendi özelliklerinden utanç duyar, duygularını kendine saklar, yasaklayamıyorsa saklar. Daha da fenası: Bir süre sonra ona böyle fukara bir kişilik dayatmalarından acı çekmeye başlar ve kendisine övgü ve saygı kazandıracak yeni özellikler icat eder. Akıllı, düşünceli, düzenli, gayretli biri haline gelir. Taciz altındaki kişiliği bu şekilde baskılanmaya hafif hafif direnir önce, sonra yavaş yavaş ölür ve artık sadece düşlerde kendini gösterir. Ama bizim frenlenmiş zavallı insanımız gündüzleri tek tip bir karakterdedir, güzelce makulleştirilmiş, aklı başına getirilmiş bu yaratık bir gün eski kişiliğini ya tamamen unutur, ya acıdan çığlık atar ya da ölür. Bu gidişle, kırk elli yıl sonra, insanlar kendilerinden ölesiye sıkılacak. O zamana kadar isyankar kalabilenlerin de soyu tükenecek ve hiç kimse çocukları dünyayla oynamaları için cesaretlendirmeyecek. Çocuklar bu dünyaya adım attıkları andan itibaren hayatın kaskatı ciddiyetiyle tanışacaklar. Ölçülü yemek yeme, ölçülü oyun oynama ve ölçülü bir öğrenmeyle tüm neşeleri yok edilecek. Mantık öğrenecek ama asla mantıklı olamayacaklar. Zeka fukarası zavallı mahluklar olarak büyüyecek, hala yaratıcı olanlar hayata karşı muğlak bir hüzün ve özlem duyacaklar. Hayatı kendi içlerinde bulanların vay haline! Toplumdan dışlanan, alay edilen münzeviler olacaklar. Çılgınlar, kaçıklar, iflah olmazlar. Sen fazla hayat dolusun diyecekler böyle birine, iyice aşağılamak için. Fakat düşünüyorum da, doğamız, bizi dümdüz eden sistem ne kadar mükemmel olursa olsun, ondan çok daha güçlü, zira fazla baskıya maruz kaldığında isyan ediyor.”

 

 


 

 

Görsel: Uğur Altun

 


Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.