Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

20. yüzyıl felsefe tarihi dersleri 1 – Bilimin emin yolunda, insanlığın sonuna dair...

Christian Delacampagne
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Tarih de, felsefe sözü de sizi yıldırıp gözünüzü korkutmasın, içinde bulunduğumuz zamanı bir nebze de olsa anlamlandırabilme yolunda önümüzde açılan aydınlık kapılardan birine adım atmışçasına okuyorum “20.Yüzyıl Felsefe Tarihi”ni. “Felsefe tarihi aslında, insan acıları ve mücadeleleriyle dokunmuş bir siyasal tarihten ibarettir”, diyor kitabın yazarı Christian Delacampagne ve çalışmasını bu hipotez üzerine oturtuyor ne de olsa. Ancak bir tarih kitabını, tarih kitabı yapan şey dışarıda bıraktıklarıdır biraz da. Sanatı, sosyo - kültürel hareketleri boşlukta bırakıp doğrudan doğruya Avrupa’daki tam manasıyla “felsefi” olduğu düşünülen faaliyetlere yoğunlaşan bir tarih kitabı var önümüzde. Felsefeyi sanattan da, sosyal, kültürel hareketlerden de ayrıştırmak mümkün değil elbette ama Christian Delacampagne’in bu noktada yaptığı seçim “20.Yüzyıl Felsefe Tarihi”ni ortalama okurun anlayıp keyif alacağı, fazla dallanıp budaklanmadan ilerleyen, geride berrak izlenimler bırakan bir kitaba dönüştürmüş. Yazarın şaşırtıcı akıcılıktaki dili de bu zihin açıcı özelliklere eklenince ortaya geçtiğimiz yüzyılın felsefesini gerçek anlamda aydınlatmaya çok yaklaşan bir çalışma çıkmış, diyebilirim.

Aslında Avrupai anlamda Aydınlanmanın zaferiydi ilk başlarda yaşanan... Yani 1880 ile 1914 yılları arası... Askeri ve ekonomik açıdan dünyaya hükmeden Avrupa, teknoloji, tıp ve kültür alanındaki müthiş ilerlemesiyle sonunun daha da iyi olacağını düşündürten bir tür altın çağ yaşatıyordu topraklarının üzerindekilere. Avangart sanatçılarının ve düşünürlerinin önderliğinde moderniteye adım atılmıştı işte. “Kullandığımız göstergelerin, zihnimiz dışında bir temeli var mıydı? Göstergelerin yan yana gelişlerini düzenleyen yasalar, gerçekten de mümkün yegane yasalar mıydı? Bu yasaların, öznel tercihler veya kültürel normları yansıtmadıkları kesin miydi?” İşte bu sorular ve şüphelerdi ki düşüncede ve yaşayışta hem zenginleşme hem de özgürlük getiren. Şairler anlamı tehlikeye atmayı göze alarak sözcüklerle oynamaya, müzisyenler armoninin Bach’dan bu yana Batı müziğine hükmeden yapısını kırmaya, ressamlar ise fotoğrafın ortaya çıkışıyla gözlerini kendi içlerine çevirmeye karar verdiler.  Bu altın çağ içinde matematikçiler de paylarına düşeni alıp aritmetiğin kavramlarının sağlamlıklarını araştırmaya girişirken, izafiyet teorisi, kuantum kavramı ve evrim teorisi ortaya atıldı. Sosyal bilimler ise üç yeni disiplinle tanışıyordu bu arada: Dillerin tarihsel evrimiyle ilgilenmeye başlayan dilbilim, Batı medeniyetinin “sözde” üstünlüğünü sorgulamaya başlayan bir etnoloji ve psikanaliz... Modernite artık tamamen ortaya çıkmıştı. Büyüleyici bir rüya görmekteydi tüm Avrupa sanki... Ve ne yazık ki kader bu büyüleyici zenginliği önce Birinci, hemen ardından İkinci Dünya Savaşıyla kana bulamaya, bütün bunların ardından da yüzyıl boyunca daha da derinleşen hem fiziksel hem ruhsal bir karanlığa yazgıydı...

Modernitenin doğuşuna tanıklık eden bu otuz yıllık hikayeyi felsefe çerçevesi içinde “Bilimin Emin Yolu” başlığı altında toplamış Delacampagne. Husserl ve Wittgenstein... Döneme damgasını vuran bu filozoflar ve yaşamları aracılığıyla sanat, dil ve müzik kadar görkemli olmasa da son derece derinlikli bir gelişme gösteren felsefi çalışmaları aktarmış yazar. Mantığın nasıl öne çıktığını, felsefi soruların gerçekliğinin sorgulandığını, matematikte ortaya çıkan “temeller krizini” ve diğerlerini...

1914 yılında gelen Birinci Dünya Savaşıyla birlikte her alanda yaşanan düşüş öylesine şiddetlidir ki, görülen yanıltıcı rüyanın büyüklüğüyle neredeyse doğru orantılıdır. Üstelik de bu sadece bir başlangıçtır. “1914 savaşı, tarihsel bir uygarlaşma seyrinin şiddet dolu parantezi olmanın ötesinde bir şeydir”, der Delacampagne ve devam eder: “Daha sonrasında da Avrupa’nın yakasını bırakmayacak intihar eğiliminin ilk göstergesidir”.  “Bilimin Emin Yolu”, “Sona Dair Felsefeler”e dönüşüvermiştir şimdi. Tarihten yana umutsuzluklarını dini veya devrimci bir “öte” arayışıyla aşmaya çalışan Rosenzweig ve Martin Heidegger; felsefenin görevini insanı cehaletin karanlıklarından kurtarmak, özgür ve kardeşçe bir toplumda yaşaması için ona yardım etmek olarak belirleyen Karl Marx ve çözümsüz muammaları reddederek, mantığa yoğunlaşan Viyana Çevresi düşünürleri; savaş dönemi ve sonrasında felsefi düşünceye damgalarını vururlar.

Bu dönem felsefelerinin temel mevzusu metafiziktir aslında. Heidegger, “varlık düşüncesi”ne doğru metafiziğin ötesine geçilmesi gereğini gündeme getirir. Viyana Çevresi’nin temsilcilerinden Carnap ise bu ötesine geçme düşüncesini reddetmeyle bir kılarak metafiziği bitirmeyi önerir. Ancak bugün mantıksal olguculuk olarak adlandırılan bu düşünce şekli de metafiziği aşmaya uğraşan tüm diğer dönemsel felsefi hareketler de metafiziği aşmak bir yana, etkileri günümüze dek uzanan “bilimsel felsefenin” temellerini atarlar. Bilimin emin yolu bu anlamda devam etmektedir.

Bu arada Delacampagne’in önemli bir tespitte daha bulunur, 1880 ile 1939 yılları arasında oldukça yoğun olan ve birbirini etkileyen Avrupa-Amerika diyalogunun savaşla birlikte koptuğu gerçeğidir bu. Sözkonusu uçurumun hem felsefi hem de siyasal olarak hayatımızı değiştirecek etkileri olacaktır. Bugünkü Avrupa kültürü ile Amerika arasındaki belli bazı düşünce farklarının, siyasi yapıların o dönemden kaynaklanıp günümüzü şekillendirdiği düşünülebilir. 

İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş dönemi ve sonrasında gelişen yeni felsefeler... Delacampagne’nin çalışması eşliğinde bugünümüzü belirleyen süreçler üzerine düşünmeye haftaya devam edeceğiz...

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.