Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Duygu ve düşünce

Türkiye’nin en iyi sinema dergilerinden birinin Ekim sayısında, son dönem yıldızı parlayan genç yazarlarımızdan birisi ilginç bir röportaj vermiş. Aslında derginin ve yazarımızın ismini söylemekte bir sakınca yok ama gizem olsun, polemikmiş gibi görünsün bir parça diye söylemeyeyim diyorum… Ne demiş peki yazarımız: "Herhangi bir duygudan hareket edip o duyguyu kağıda dökmek dünyanın en tehlikeli şeyi," demiş. Romanlarını, öykülerini fikir üzerinden kurduğunu belirtmiş. Sözleri neredeyse bir aydır aklımı kurcaladığına göre de, beni düşüncelere gark etmiş… Hiç olmadığım halde, sabit fikirliliğimi depreştirmiş…

 

 

Duygu ve düşünce… Çağımız insanını en çok yaralayan, nevrotikleştiren temel eğilimlerden biri bu ayrışma, ayrıştırma hastalığı. Şüphesiz eril bir hastalık biçimi bu -ki hepimizin toplu halde mustarip olduğu… Ayırdıkça parçalanıyor, bir daha da geri toplanamıyoruz, bizden geriye sanki bir şey kalmıyor, demek isterim ya yeni çağcı gibi görünmek istemem; duygu dişile, düşünce erile işaret etmiyor mu yahu, diye sormak isterim, cinsiyetçi bir izlenim vermek istemem… Ve de hemen edebiyata dönerim. Ne demiştik? Duygu ve düşünce... Şimdi hep beraber oturup tüm dünya edebiyatını duygu ve düşünce ayrımı üzerinden inceleyip yargılayabiliriz elbette.

 

 

 

 

 

 

Başyapıtlara çevirebiliriz gözümüzü. Sözgelimi Proust ya da Kafka ya da Dostoyevski ne kadar duygu ne kadar düşünce adamıdır, diye sorup tartabiliriz. Hemen söyleyeyim, neye kime bakarsak bakalım karşımıza hep bütünlük kavramı çıkacaktır, Proust’un zaman duygusunu, zaman düşüncesinden ayıramayacağımızı görürüz. Kafka’nın o derin muhalefetinin, sistem eleştirisinin içinde duygusallıkla dolup taşan yaralı bir benliğin ağlayışlarını duymamamız imkansız olacaktır. Ya Dostoyevski?  İnsanı insan yapan temel duygulanımlar üzerine yazılmış başyapıtlar değil de nedir onun eserleri? Bizim edebiyatımızın Yaşar Kemal’i, Leyla Erbil’i, Latife Tekin’i, Oğuz Atay’ı hatta en soğuk, en mesafeli görünen Yusuf Atılgan’ı… Düpedüz duygusaldırlar, hayata ve insana dair düşüncelerini neredeyse insanüstü bir duygu seli içinde bize aktarırlar. Aralarında tek ama sadece tek bir duygu üzerinde dans edenleri bile vardır.

 

 

 

Örnekleri uzatmak mümkün. Ne kadar ararsak arayalım, duygusunu düşüncesinden, saf gerçeği düşlerden ayıran ayıklayan iyi bir edebiyat eseri bulamayacağımız aşikardır. Animus ve anima evet hep ayrı ayrı çalışırlar ama tek bir benliğin, tek bir varoluşun içinde, tektirler onlar.

 

 

 

Aslında yazarımız bir konuda çok çok haklı. Bir duyguyu kağıt üzerine dökmek gerçekten de cesaret işi. Duyguyu düşünceden ayırmamak, bütünlüklü bir yaşam ve benlik algısı üzerinden bir yapıt kurmak zor, çok zor. Ya edebiyatın derin sularında sonsuza kadar boğulursunuz -ki üstelik de kendi adınızı rezil etmek pahasına- ya da kültür yoluyla aradığımız ölümsüzlüğe bir adım da siz yaklaşırsınız, isminizi edebiyat tarihi sayfalarına yazdırırsınız.

 

 

 

Edebiyatı duygu ve düşünce üzerinden ele almak, başta biraz sığ bir yaklaşım gibi görünse de, şimdi artık çok da kötü gelmiyor kulağıma, insanı duygusal bir şekilde düşündürüyor, ilhamla dolduruyor… Hatta, belki sadece duygu ve düşünce ayrımını mesele eden bir roman, bir hikaye de yazılabilir gibi geliyor. Yoksa yazıldı ve benim haberim mi yok?

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.