Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Kitap neye “değer”?

Lafı sözü fazla uzatmadan direkt konuya gireceğim. Yayın dünyamızda geçen haftaya damgasını vuran haberlerden biriydi YKY’nin 7 tonluk kitabı imha etmesi. Ya da daha doğrusu tam olarak edememesi… İmha sürecinde hurdacının kitapları ikinci el piyasasına sürmesi olayı patlattı, yayınevi açıklamasını yaptı, olay kapandı. Yayınevinin yapacağı bir şey yoktu, yoksa acaba var mıydı? Sistem böyle işliyordu, yoksa acaba böyle işlememeli miydi? Geriye bu olayın yüzümüze tuttuğu aynada gördüklerimiz ve aklımıza takılan sorular kaldı…

 

Türkiye’deki yayınevlerinin depolarında şu an kaç ton kitap okurunu beklemekte, beklerken de çürümekte acaba? Kitabın bu kadar pahalı, alım gücünün bu kadar düşük olduğu bir ülkede; okuma oranının bu kadar az, halk kütüphanelerinin bu kadar yetersiz olduğu bir ülkede kaç ton kitap ziyan oluyor? Kaç yazarın, kaç editörün, kaç grafikerin, kaç dizgicinin, kaç çevirmenin, kaç yayınevinin emeği, varlığı, yok olan tonlarca kitapla beraber hiçliğe karışıyor? Kaç öğrenci, öğretmen ya da okurun, okumaya muhtaç olanın, hayatını değiştirecek birkaç kitap, tonların arasında küllere dönüşüyor? Kitabın “değer”i üzerine, oturup ciddi ciddi düşünmenin vakti gelmedi mi? 

 

Acaba esas mesele kitabın ticari bir meta olarak değerini tartmak mı? Ve bu değer biçme işini, onun sahip olduğu toplumsal kültürel değerinden azade tutup yapmak mı? Sadece YKY değil, şimdi kaç yayınevine gitsek, kaç yayıncıyla görüşsek, aynı sözleri duyarız. Yayınevi dediğimiz şey, ister istemez ticari bir kuruluştur, piyasanın değer sistemine tabidir, yaşaması için kitabı ister istemez bir meta olarak “değerlendirecek”, parayla, kiloyla, tonlarla falan ölçecektir. Lakin yine de bütün bunları yapmasının sebebi kitabın toplumsal- kültürel “değer”ini korumaktır. Bütün bu değerler sistemini gözetmezse yayınevi, açıktır ki yok olacaktır. Doğru mudur, evet doğrudur. Sorun olan da zaten esas budur!

 

Oturup sayfasıydı, dokusuydu, kokusuydu diyerek kitap güzellemesi yapmakla olmuyor belli ki bu iş. Gün geçtikçe piyasa şartları nedeniyle düşen kağıt, basım kalitesi, kitapları birkaç sene içinde yokoluşa sürüklüyor, bu göz göre göre yokoluş süreci de biliyorum ki en çok bu kitap güzellemesi yapanlar tarafından biliniyor. Sadece köşe başlarını tutanları besleyen, geriye kalan herkesi hiçleştiren günümüz yayın piyasası, kim ne derse desin bir değişim sürecine girdi. E-kitap’ın gelişi, dijital yayıncılık çalışmaları durdurulmaya çalışılıyor ama bu zayıf duvar yıkıldı yıkılacak. Dijital ortamın kaotik yapısı hiçbir zaman kurumsallaşamamış edebiyat dünyamızı sarsmaya başladı bile. Genç kuşak yazar ve yayıncıların dilinde yeni teknolojiyle beraber şekillenecek yeni yayın düzeni hayalleri, planları var. Ve hatta Gezi direnişi sayesinde hep beraber yaşadığımız, var ettiğimiz Gezi Kütüphanesi deneyimi akıllarda ve yüreklerde çok taze... 

 

Azımsanmayacak sayıda yazar, yayınevi destek vermişti bu kolektife, hatırlamak güç olmamalı. Belki de YKY ile ilgili haber biraz bu yüzden de çok tepki topladı. Piyasanın içindeyken de dışına çıkmanın mümkün olabileceği; piyasa denen şeyin daimi olarak boyun eğilecek bir şey olmadığı, karşısında direnilebileceği deneyimlenmişti çünkü. Ağaçlara kitap okuyanlar;  polislere, muktedirlere, iktidarlara, tüm sosyal baskı ortamlarına karşı dururken kitapların taşıdığı bilginin ve hikayelerin onlara bir koruma kalkanı oluşturacağını bir kez daha anladılar. O yüzdendir ki bu kalkanların tonlarca yok edilmesine karşı beklenmediğimiz kadar çok ses çıkardılar. 

 

Mesele bir yayınevinin üzerine gidip onu itibarsızlaştırmak değil, mesele pek çok yayınevinin o ve ya şu sebeple en başta kendisinin de tercih etmeyeceği biçimde kitap kaybetmesi, kaybettirmesidir. Peki ne yapılabilir? Geliştirmeye başladığımız hassasiyet ve duyarlıkla bu konu üzerinde düşünmeye başlamak, sanırım hiç fena bir başlangıç olmaz. Kolektif direncin işe yaradığını artık iyiden iyiye biliyoruz, deneyimledik. Ortaklaşa kütüphaneler kurmak, depolardaki kitapların okunabilirliğini saptamak basit bir romantizm olarak değerlendirilemez, ya da kitaba kolay ve ucuz ulaşılırlığı sağlayan alternatif dijital yayınları desteklemek kitaba karşı geliştirilmiş bir ihanet olarak algılanamaz. Kitabın basım –dağıtım- yayım ve yokoluş süreci sadece ticari bir kuruluşa ait değildir, onun işi, onun meselesi değildir, bizim meselemizdir. Kitabın değeri, bizim ona atfettiğimiz değerdir.

 

Bütün bunların içine burnumuzu sokmanın vakti geldi, burunları görelim! 

 

Yorumlar

Yorum Gönder


Kitapların ikinci ele düşmesi, diğer yayınevlerinden de benzer beklentileri doğuracak ve Kitapta da seri sonu gibi bir ikinci elden (ikinci vizyona)alınması planlanarak sıfır satışını kıracaktır. Gerçekten imha edilse daha iyiydi.
Bundan başka, herkes, gazeteler bile sattıkları ürünün pahalı olmasında baş sebebi, kağıdın fiyatı olarak gösteriyor. Halbuki kitap veya gazete maliyetinde kağıdın payı sadece %10'dur. Buna inanmayanlar gitsinler aynı kalınlıktaki çok satan bir kitabın 10'da biri fiyatına satılan kitapları incelesinler.
Gazeteden farklı olarak kitabın asıl maliyeti telif hakkıdır ve tabii ki 1000 baskı ile 500 000 baskı arasında kitap başına telif hakkı bedelinde 25 kat fark vardır.

Yani Türkiye'de kitap satmak istenirse öncelikle yayınevlerinin kendilerine yeni bir strateji belirlemeleri gerekir.

Kitapları bu kadar seven ben bile 20 Dolar verip kitap alamıyorum. İnternetten bile 15 Dolara alabiliyorum istediğim kitabı. Oysa aynı kitabın İngilizcesini Amerika'da Cep versiyonu olarak (ki bizdeki basımlara en yakını odur.) 7 Dolara alabilirim.

Lütfen suçu sadece Halkta görmeyelim. Yalnızca 1000 kitap satacaklarını öngörerek, Telif hakkı ve diğer maliyetleri 1000 kitap satışından çıkarıp, kara geçme düşüncesi olduğu müddetçe bizde kitap okuma alışkanlığı yerleşmez.

Saygılarımla.


Depolardaki kitapların okuyucuya ulaştırılmasından başka çözüm aranmamalıdır.
Edebiyat ve sanata sponsorluk yapabilecek firmaların destekleriyle oluşturulacak "KİTAP HEDİYE MERKEZLERİ" kurularak kitaplar okurlarına ulaştırılabilir.

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.