Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Müebbet edebiyat...

"Dünya zehirli, sarı bulutlarla kaplanmış. Başka renk kalmamış. Ses yok. İğrenç bir uğultuyla dolmuş her boşluk. Bir dağın tepesinde cam bir odaya kapatılmışım. Zirveden aşağıya bakıyorum. O zamana kadar görmediğim büyüklükte bir gemi. 'Uzay gemisi bu,' diyorum. Dizilerden, filmlerden… Ve insanlar… Her yerde, her yönde insanlar. Gemiye yürüyorlar. Çocuklar, ihtiyarlar, anneler, kardeşler, hastalar, yaralılar… Her renkten, her boydan insanlar… İnsanların her haliyle insanlar… Bazıları sevinçli, bazıları ağlamaklı, bazıları kahrolmuş… Gemiye yürüyorlar. Milyonlarca insan o acayip geminin devasa ağzından içeri giriyor. Bir anda kimse kalmıyor geride. Tek bir insan. Bağırıyorum. Sesim cam odada boğuluyor. Gemi havalanıyor. Her taraf toz duman. Bir sinek gibi bir anda ivmelenip uçuyor. Ben bir dağın tepesinde cam bir odada zehirli, sarı bulutlara bakarak ağlıyorum. Herkes gitti diyorum."

 

Böyle başlıyor Murat Saat'in Herkes Gitti'si. Durduran, kendisine baktıran, kendisinden geçirip çoğaltan cümleler bunlar... Evet, beklenen, öngörülen oldu. Türk edebiyatında bir ikinci altın çağ başladı öyküde. Nereye baksak öykü fışkırıyor, dergiler, derlemeler, dernekler, sadece öykü basan yayınevleri, ödüller, söylenenler, okunanlar, söylentiler, söyleşiler, günler... Büyük bir hızla geçip giden hayatın, gündeliğin içinden sayıklar gibi öykü dökülüyor, öykü çoğalıyor. Murat Saat gibi bir yazarı ve öykülerini de böyle buluyoruz işte. Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği'nin öykü ödülünün sahibini yani.

 

Müebbet bir öykücü Saat. Yok, öyle metafor falan değil buradaki müebbet vurgusu. Gerçekten. 1999 yılından beri tutuklu Murat Saat, Sincan 2 No'lu F Tipi Cezaevi'nde yatıyor. Ve bize oradan yazıyor. Murat Saat'in ödülünü paylaştığı bir başka yazar da var: Mehmet Ergün. Füruzan, Nursel Duruel, Ömer Türkeş, Özcan Karabulut ve Ayşegül Tözören'den oluşan seçici kurul ödülü, kendine has bir duygu dünyası kurabilmesi sebebiyle Mehmet Ergün ve el yakan insani durumları ele alış biçimindeki incelik nedeniyle Murat Saat arasında paylaştırmış. Girişi Murat Saat'le yaptım ama paylaşılan paylaştırılan ödülleri her zaman tercih ettiğimi de belirtmeden geçmeyeyim. Tekil, yaratıcı ve kuvvetli benlik isteyen edebiyatı paylaşmak, paylaştırmak zor, ama bir o kadar da bereket getiriyor.

 

Evet, gelelim müebbete, müebbet edebiyat meselesine. Müebbet edebiyat denince insanın aklına evvela sonu olmayan, sonsuz edebiyat düşüncesi geliyor. İnsanı boşlukta süzülen, bitimsiz hayallere daldırıyor. Ama yok, literatürde müebbet edebiyatın başka, ayakları daha yere basan bir anlamı var. Müebbet hükümlüsü, yani yaşam boyu hapis cezasında olan yazarların yazdıkları edebiyat eserlerine deniyor. Toplumsal olarak edebiyattan, para, ün, kanaat önderliği gibi hiçbir beklentisi, çıkarı olmayan, kariyerist olmadıkları, kendini kahramanlaştırmayacakları kesin olan yazarların ürünlerine, yani. Peki, müebbet edebiyat, edebiyatın piyasa karşısında verdiği savaşı nasıl etkiler? Bunu öngörmek şimdiden oldukça güç. Ayşegül Tözören bu konuyla ilgili verdiği bir söyleşisinde Murat Saat gibi yazarların başı çektiği bir 90 kuşağı müebbet edebiyat yazarlarından söz etmenin mümkün olduğunu söylüyor. Söz konusu kuşağın bugüne kadar edebi kaygı gütmeyen, lirik, hasret dolu, estetik incelikten yoksun olarak görülüp değerlendirilen cezaevi edebiyatında tam ters köşe bir etki yaratmaya başladıkları, bu etkinin edebiyatımızı dönüştürme konusunda varlık gösterebileceğini belirtiyor.

 

Biz müebbet edebiyatı izlemeye ve okumaya devam edelim, bakalım neler olacak?!

 


 

* Görsel: Aksel Ceylan

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.