Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Türkiye'nin kısmeti, bir gün gökten düşüverir mi?!

Sevgi Soysal
İletişim Yayıncılık

"... zor kararlar, değiştirici kararlardır. Oysa kimin cumhurbaşkanı seçilebileceğine karar vermek az çok kolaydır, evet. Ve nice belirsiz durumun bu kararla çözümlenmeyeceği bellidir. Nedir belli olmayan? Hayat pahalılığının önümüzdeki yıllarda ne ölçüde artıp halkın daha ne gibi darboğazlardan geçeceği belli değildir. Eğitimde, sağlık hizmetlerinde, kısacası yaşama koşullarında fırsat eşitsizliğinin daha kaç yıl sürüp gideceği belli değildir. Önümüzdeki yıllarda kaçımızın özgürlüğünü yitireceği belli değildir. Ve şu sırada özgürlüksüz olan kaçımızın daha kaç yıl özgürlüksüz kalacağı belli değildir. Milletin olan mecliste, yığınlardan yana çıkanların ne zaman çoğunlukta olacağı belli değildir.

 

"Yani halkın kısmeti açılmamıştır henüz. Ve bu mutlaka çıkması gereken ve hiç vazgeçilemeyecek kısmet, bir gün gökten düşüverecek altın bir top değildir."

 

Yok yok, şu anda değil, Sevgi Soysal tam 41 yıl önce söylüyor bunları! 13 Nisan 1973 yılında Yeni Ortam Gazetesi'ndeki köşesinde konu ediyor. Türk aydını şüphesiz ki Sevgi Soysal'dan önce de bekliyordu kısmetini, Soysal'dan 40 yıl sonra da bekliyor. Ve pekala hâlâ biliyor bunun, bir gün gökten düşecek bir altın top olmadığını. Geldiğimiz noktada düşünmekten, yazmaktan, beklemekten başka bir yol bulunamadığı da aşikar tabii...

 

 

Soysal'ın şimdi bugünün gündemine tam olarak denk düştüğü için yukarıda küçük bir alıntısını yaptığım gazete yazılarında, bu denk düşme hali parmakla sayılacak gibi değil. Sevgi Soysal, "Turist değilim, inanın" başlığıyla giriş yaptğı köşe yazılarına çok değil, bir ay sonra veda edecek ve Yenigün gazetesi'ndeki o meşhur "Hatice Hanım Ve..." dizisine başlayacak. Türkiye siyasi tarihinin neredeyse hiç bir dönemine yabancı gelmeyen bir baskı ve ümitsizlik ortamında yazıyor Sevgi Soysal, bugüne ne kadar da benziyor, diye şaşıramayacağımız kadar benziyor. Bugünden tek farkı var, içinde aydın ümidi taşıyor. Belki çoğumuzun yavaş yavaş kaybetmeye başladığı bir reflekse sahip, yorgunluğundan, öfkesinden, çaresizliklerden yazarak kurtulabileceğini düşünüyor. Üstelik çok ama çok erken bir kadın duyarlığı taşıyor.

 

Sevgi Soysal'ın 12 Mart 1971 askeri müdahelesinin ardından çeşitli gazetelerde kaleme aldığı köşe yazılarından mürekkep Türkiye'nin Kalbi, Kabul Günleri'ni günlerdir elimden bırakamıyorum. Tante Rosa'yı yaratırken kadınlığın vahşi içgüdüsel doğasına sakınmasızca değebilen, Yürümek ile işin dozunu arttıran, Yenişehir'de Bir Öğle Vakti'nde Ankara'nın gündelik hayatı üzerinden 12 Mart'la hesaplaşan Sevgi Soysal'ı bütün açıklığıyla, şeffaf bir camın ardında görüyorum bu yazıları okudukça. Samimiyeti iç yakıyor, sağduyusu büyülüyor, her şeye rağmen yazdıklarından taşan ümidi, hadi açık açık söyleyeyim, kahrediyor. Ama bu derleme bir yandan da Türk edebiyatının en önemli kalemlerinden birini hem daha yakından tanımaya hem de yakın siyasi ve kültürel tarihimize capcanlı bir zihnin ışığıyla bakmaya yarıyor.

 

Sevgi Soysal'ın kendinden öncekilerden devraldığı ve geleceğe miras bıraktığı aydın-edebiyatçı ümidi ve duyarlığı, kuşaklar boyu kırıla kırıla geldi bugüne. Bu ümidi tekrar hatırlamak, iyi geliyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.