İstanbul Film Festivali kapsamında dün Akbank Sanat'ta düzenlenen "Film ve Edebiyat" başlıklı etkinlik, yazar Hakan Günday, Kalem Ajans kurucusu Nermin Mollaoğlu, yönetmen Grant Gee ve yapımcı Janine Marmot'u bir araya getirdi.
Fransız yapımcı Isabelle Fauvel'in moderatörlüğünde gerçekleşen etkinlikte, Günday ve Mollaoğlu, Daha'nın Berlin Film Festivali'nin "Books at Berlinale" bölümüne yaptığı yolculuğu anlattı. Gee ile Marmot ise Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi romanından esinlenerek geliştirdikleri belgesel projesinden bahsetti.
Söyleşiyi özetleyen ise Günday'ın "Uyarlama filmler, uyarlanan kitapla derin bir ilişki kuran okur için yapılmıyor" sözleriydi. Çünkü o okuru sinemada memnun etmek zaten mümkün değil. Üstelik uyarlama film nedir ki? Aslında bu süreci en iyi karşılayan da, yine Günday'ın belirttiği gibi, "uyarlama" kelimesi değil, "ilham alma" ifadesi. Çünkü bir sanat dalında verilen eseri, başka bir sanat dalına uyarlarken, her sanat dalının enstrümanı farklı olduğundan, hikayenin değişmesi de kaçınılmaz.
"Benim derdim hikayenin kendisi"
Nasıl ki "bir kitabın filme uyarlanması süreci", günün birinde bir yazarın, bir kitap kaleme almasıyla başlıyorsa, bu sürecin incelemesi de Günday'ın anlattıklarıyla başladı. Kitabı başka bir sanat dalına uyarlanan yazarın iki tür yaklaşım sergileyebileceğini anlatan Günday, “Bunlardan birincisi, son anına kadar dönüşüm sürecinin içinde kalan; ikincisi ise bir sözleşmeyle metniyle yolunu ayıran yazardır” dedi. Kendisinin daha evvel Malafa’nın DOT tarafından tiyatroya uyarlanması sırasında birinci yaklaşımı sergilediğini hatırlatan Günday, bu yaklaşımın arkasında yatanı şöyle anlattı:
“Benim için temel amaç, sadece hikaye anlatmak. Yazmadaki amacınız, sonrası için de çok belirleyici oluyor. Ben, hikayeyi daima tek ve gerçek patron olarak gördüğüm için, onun emrinde çalışan bir zanaatkarmışım gibi o süreci geçirdiğim için, hikayenin gelişmesi, zenginleştirilmesi ve belki çoğalarak dönüşmesi için her şeyi yapabilirim. Dolayısıyla bunun başka bir sanat disiplinine, tiyatroya veya sinemaya geçişi, benim için olağanüstü heyecan verici çünkü hikayenin başka enstrümanlarla yeniden ele alınması, benim açımdan hikayenin büyüyerek hayatını sürdürmesi anlamına geliyor. O hikayenin farklı enstrümanlarla anlatılması sırasında katkı verme konusunda elimden geleni yapıyorum. Çünkü benim tek derdim hikayenin kendisi.”
Bazı filmlerin onu en az bazı kitaplar kadar etkilediğini, bazı yönetmenlerin hikaye anlatma biçimini kendininkine benzettiğini belirten Günday, “'Bu sahneyi çeken yönetmenin benim yazdıklarımla da arası iyi olabilir,' dediğim biri var: Gaspar Noé. Özellikle Enter the Void’u seyrettikten sonra 'Böyle olabilir,' demiştim. Ama bu konuda tutucu olmak çok yanlış, tanımadığımız ama bir yerlerde bir şeyler yapan, kamerayla hikaye anlatmaya çalışan o kadar çok insan var ki...” ifadelerini kullandı.
Okur sayısı, izleyici sayısına ilişkin fikir veriyor mu?
İlk kez iki yıl önce İstanbul’a geldiğini anlatan Grant Gee ise o güne kadar ne İstanbul hakkında, ne de Orhan Pamuk’a dair pek fazla şey bilmediğini söyledi. İstanbul’u “yüksek enerji noktası” diye tanımlayan ve daha önce bunun bir benzerini Barcelona’da gördüğünü belirten Gee, İstanbul’u daha yakından tanımak için Pamuk’un iki kitabını satın aldığını, Masumiyet Müzesi’nin hayatını böylelikle girdiğini anlattı.
İngilizce konuşan bir turist olarak şehre ilişkin ilk deneyimini, kendi gözlerinden yaşadığını, bu deneyimin kitabı okuduktan sonra başka bir yöne evrildiğini, şehri bir kez de Pamuk’un gözünden gezdiğini, Masumiyet Müzesi’nin gerçek bir yapı olarak Cihangir’de yükseldiğini öğrenince ise heyecanının katlandığını söyledi. “Gerçek ile hayalin karıştığı, üç yolculuğun, üç deneyimin iç içe geçtiği bir yerdeydim” dedi.
Daha önce yaptığı işlerde, hiçbir zaman alışılmış hikaye anlatma yöntemlerini kullanmadığını hatırlatan Gee, Masumiyet Müzesi’ne ilişkin bu karmaşanın tarzına uygunluğunu vurguladı. Kitabı filme çekmeye, tüm bunları idrak ettiği an, birkaç saniye içinde karar verdiğini, bunun ilk görüşte aşk diye de nitelenebileceğini söyledi. Bu arada filmin önümüzdeki yılın ilkbahar aylarında, büyük olasılıkla bir film festivalinde seyirci karşısına çıkması planlanıyor.
"Her okur, bir yönetmendir"
Bir yapımcı olarak yatırımcı bulmanın zorluklarına değinen Marmot ise projenin bir kitaptan uyarlandığı durumlarda, yazarın isminin yatırımcıları ikna etmeyi kolaylaştırdığını belirtti. Gee ise yazarın okur sayısının potansiyel izleyici kitlesi olarak algılanabileceğine değindi.
Bir izleyicinin okur olarak uyarlamalardan asla tatmin olamadığını belirtmesi üzerine Günday da bu konu üzerine görüşlerini paylaşarak, “Oraya kitaptan yola çıkarak kurgulanmış başka bir hikayeyi izlemeye gelmiş olanlar için yapılıyor o film, o kitapla tutkulu bir ilişki yaşayanlar için değil. Tutkulu bir ilişki kuruldu mu, onu o sanat disiplininin sınırlarında bırakmak lazım. Kitapla mı kurduk ilişkiyi artık bunun konserini dinlememek, tablolarını izlememek lazım. Bir eseri bir formda sevdiyseniz ve ciddi bir ilişki kurduysanız, galiba onu orada tutmak daha iyi” dedi.
Günday’ı destekleyen Isabelle Fauvel ise, “Her okur bir yönetmendir, okurken kitabı zihninde filme çeker; bir başka yönetmenin aynı konuda çektiği filmi izlemek de güçtür” diye konuştu. Fauvel, söyleşinin sonunda da şu ifadeleri kullandı:
“Yönetmen ya da yapımcı bir kitaba aşık olduğunda aralarında bir ilişki başlar, evlenmeye karar verirlerse, ajans görüşmelerini, telif haklarını kapsayan yasal bir süreç başlar. Tıpkı ilişkilerde olduğu gibi bazı insanlar bu çiftin birlikteliğini onaylamaz. Çocuk yapacaklar mı, yapmayacaklar mı? İstanbul’da mı, Londra’da mı yaşayacaklar? İlişki yaşamanın kuralları varmış gibi gelse de aslında her ilişkinin kendi disiplini vardır. Aslında ilişkiyi her zaman kendi tarzımızda yaşarız.”
Yeni yorum gönder