Bu sene kış çok berbat geçiyor arkadaşlar. Bakın benden söylemesi, en kısa zamanda kar yağmazsa yandık. Ülkemizi yöneten dinci arkadaşlardan rica ediyorum, yaz geldiğinde gene susuz kalırsak “tatile gidin kardeşim” demesinler. Ne bileyim, belediyeler, tıpkı referandum zamanında yaptıkları “toplu iftar”lar gibi toplu yağmur duaları örgütlesinler mesela. Valla hepimiz gideriz, denemekte ne sakınca var. Tabii bundan sonra daha akılcı ve bilimsel projeler devreye girebilir; sözgelimi Niagara Şelaleleri’nden ülkemize su takviyesi sağlanabilir. Neyse, diyeceğim, bu iş böyle giderse 2011 yazını herhalde epey hararetli geçireceğiz.
Gelelim konumuza… Efendim dün akşam yine İstiklal’de yaz havası var, millet dışarılarda oturmuş kaynatıyor, malum içki yasağı başlayınca entelektüel gençler “içki zararlı aslında” diye kıvırmaya başladıkları için çaylar içiliyor. Ben de oturmuşum değerli öykücümüz Leyla Ruhan Okyay’ın Çilesine Aşık adlı son kitabını karıştırıyorum. Gerçekten çok duygulu bir kitap bu. Hele “Baharın Bittiği Akşam” diye savaş karşıtı bir öykü var ki… Kapılmış gidiyorum. O sırada Nadir kardeşim de geldi, kitabı elimde görünce sordu:
“Nasıl buldun Cemalciğim.”
“Zor olmadı Nadir efendi…”
“Aman abi kitapçıdan aldım diye getirme sonunu, kötü espri çekecek halim yok.”
“Ulan sana her vakit el değmemiş espriyi nereden bulacağım. Neyse bak burada Baharın Bittiği Akşam diye bir öykü var.”
“Bilmem mi, okudum onu ben. Savaşın acılarını çok güzel anlatıyor. Okurken insanın içini acıtıyor.”
“Öyle. Bak şimdi, buradan yola çıkarak yazar-yazı ilişkisini konuşalım istersen.”
“Vay, ciddi meselelere mi gireceğiz yani şimdi. Neyse Cemalciğim bugün senin keyfin yerinde, en iyisi ben hiç bozmayayım, sen de bildiğin gibi anlat.”
“Olur çocuğum. Şimdi durum şu: Yazarlarımız acaba yazdıkları öykülerin, romanların aktardığı duyguları kendileri de yaşıyorlar mı?”
“Aa bak şimdi Cemalciğim, tam üstüne bastın. Okyay bir söyleşisinde bunu açıklıyor zaten. O öyküyü yazarken ağladım, diyor.”
“Çok güzel. Burada yazının bir ruhu olduğu gerçeği çıkıyor ortaya Nadirciğim.”
“Nedir abi o, ne demek istedin yani?”
“Yani şu ki, yazı yalnızca bir dil meselesi değildir, yani yalnızca dil aracılığıyla sağlamaz iletişimi. Yazının bir ruhu da vardır. Yazı yoluyla yeni bir yaşam, bir dünya yaratılıyor çünkü.”
“Ama bu yaşamın tüm verileri gerçek dünyada zaten var, bu nedenle aslında bilinmeyen bir yaşamdan söz etmiyoruz burada değil mi? Gerçek yaşamın verileri alınıp yeniden kurgulanıyor.”
“Evet teknik olarak böyle. Ama şu var: Yazar, elindeki malzemeyi kullanarak kendi iç gerçekliği bulunan bir üst dünya yaratıyor. Yani metinlere baktığımız zaman tanıdık bir dünyayla karşılaştığımızı zannediyoruz ama aslında orada olup bitenler farklı. Çünkü öykü her okurda farklı çağrışımlara yol açıyor. Bu da yazının geçirgenliğini gösteriyor, anladık mı?”
“Eh, biraz.”
“Dolayısıyla bu geçirgen, kurmaca dünya bize yazarın aslında orada yazılı olmayan duygularını da iletiyor.”
“Abi yoksa bu öyküyü okurken sen de mi ağladın. Bana öyle geldi de.”
“Yok, daha değil, ama eve gidince ağlayacağım Nadirciğim.”
“Eyvallah abi, şerefe.”
“Şerefe Nadirciğim, kaç şeker kullanıyorsun sen?”
Yeni yorum gönder