Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

   

Şahane Bir Kitap


Şahane Bir Kitap

Son diye bir şey yoksa, her şey sadece başlangıçtan ibarettir




Toplam oy: 1282
Hilary Mantel
Alfa Basım Yayım Dağıtım
Çoksesli bir anlatım biçimi var Mantel’in, ancak bireyin çoksesliliği gibi bir çeşitlilik bu. Gerçeklerin olduğu kadar rüyaların, gücün olduğu kadar için için bildiğimiz zaafların, yaşayanların olduğu kadar ölenlerin, öldürülenlerin dünyasını yazıyor, yani kısacası insanın...

“Ancak sözcüğü, sandalyenin altına gizlenmiş afacan bir çocuk gibidir. Henüz görmediğiniz sözcüklere mürekkep sevk eder. Ve sözcükler, kağıdın üzerinde akar, sınırı aşar gider. Son diye bir şey yok. Öyle düşünüyorsanız, doğaya kanmışsınız demektir. Sadece başlangıçlar vardır. İşte bu da o başlangıçlardan biri.”

 

 

 

İşte böyle bitiyor Hilary Mantel’ın Ölüleri Getirin'i. Başlayarak biten bir hikaye düşüncesi, kuşkusuz çekici ve kuşkusuz ki hikayelere yaklaşımımız gereği kışkırtıcı, tedirgin edici.  Ölüleri Getirin başlı başına tek bir roman gibi de okunabilir ancak bir üçlemenin tam ortasında duruyor aslında. Ve işte tam da bu yüzden, ben yine de her şeye baştan başlamalıyım belki de...

 

 

Evet, 2009 yılında Tudor Üçlemesi’nin ilk kitabı olan Kurtlar Hanedanı ile Man Booker Ödülü’nü almıştı Hilary Mantel ve dikkatleri üzerine çekmişti. Derken şu an Türkçesini elimde tuttuğum ikinci kitap Ölüleri Getirin geldi ve şaşırtıcı biçimde ikinci Man Booker’ını da kazandırdı Mantel’e. Yazar böylece Man Booker ödülünü iki kere alan tek kadın yazar olarak edebiyat tarihine adını yazdırmış oldu. Hal böyle olunca, yazara, kitabın konusuna, kurgusuna, hikayenin işleniş biçimine dair de nice tartışmalar hasıl oldu. Tuhaf olan bu tartışmaların bizim topraklarımıza pek uğramamasıydı. Tarihi sünni-beyaz-erkek bakış açısıyla yeniden yazmaya ve yorumlamaya soyunan pek çok yazar Türk edebiyatını ve gündemini bunca meşgul ederken, belki de İngiltere’nin en acaip, en hararetli dönemine dair yeni bir yoruma kendi içimizde yer açmamız zordu. Karşılaştırmalı edebiyat doğası gereği, kendisinden başkasına da bakabilenleri içeriyor olmalı ki, bu da başka bir yazı konusu.

 

 

 

 

 

 

 

 

Tarihi yazmak, tıpkı gördüğünüz bir rüyayı bir başkasına anlatmak gibi gelir bana hep. Anlatmaya başladığınız anda değişir, bambaşka bir hal alır, öyle tuhaftır ki siz anlattıkça gerçekte ne gördüğünüzü artık anımsayamaz olursunuz ve anılarınız yoksa eğer, olan biten artık sadece anlatıklarınızdır. İşin içine subjektif hisleriniz karışır, kendi kendinize itiraf etmekten kaçındığınız ve sizi ele vereceğini hissettiğiniz şeylere karşı devreye soktuğunuz bir özsansür sistemi devreye girer, ister istemez. Çoğu zaman hiçbirinin farkında bile olmazsınız. Sonra unuttuklarınız vardır bir de, unutmak da netameli bir konudur. Neyi niye unuttuğumuz üzerinden bambaşka bir gerçeklik sayfası açılabilir pekala önümüze, ama gel gör ki unutmuşuzdur işte. Rüya zaman, tarih zaman...Neticede her şey gelir de zamana bağlanır. Zamansa varoluşunu devam ettirebilmek için, hep yeniden yeniden yazılır, kendini yazdırır.

 

 

 

 

 

“Sabah Cromwell’i zindana atın... Akşam geri geldiğinizde onu kadife bir yastığın üzerinde tarlakuşu yerken ve tüm gardiyanları kendine borçlandırmış olarak bulursunuz.” Sanırım kahramanlık öykülerimiz bir parça değişmeye başladı. Evet yüreğimiz hala kılıcın, asanın ve tacın dünyasında atıyor lakin, gerçek gücün kılıç sallayana değil o kılıcı sallatana, taç takana değil, tacı o başa takana ait olduğunu yavaş yavaş kavradığımızdan beri, ve güce tapmaktan da vazgeçemeyeceğimiz için, şimdilerde daha çok iktidar oyunlarına düştük. Perdenin arkasında olan bitenleri bilmek, iktidar alanının gerçek muktedirlerini okumak/izlemek peşindeyiz. İşte Thomas Cromwell tam bu noktada karşımıza çıkıyor haliyle.

 

 

 

 

 

Cromwell, İngiltere’nin aşk, entrika, iktidar oyunları açısından en şenlikli dönemlerinden biri olan VIII.Henry zamanında, sıfırdan iktidara yürüyen ilginç bir tarihi kişilik, güçlü çok güçlü bir devlet adamı. Üçlemenin ilk kitabında 1520 yılının, felaketin eşiğindeki İngilteresi ile tanışıyoruz. Eril iktidarların derdi hep aynı: Bir erkek varis. VIII. Henry, kendisine bir erkek evlat veremeyen kraliçesinden ayrılmak ve Anne Boleyn’le evlenmek istiyor. Elbette ki Papa ve Avrupa’nın diğer iktidar ortakları ona karşı. Üstüne üstlük kralın baş danışmanı yerinden edilince, ortaya müthiş bir karmaşa çıkıyor. Ve her zaman olduğu gibi kaos, yeni düzeni doğuruyor: Thomas Cromwell, düzene, meclise, Papa’ya ve diğer herşeye kafa tutarak, düzen ve ezber bozarak iktidar basamaklarını bir bir tırmanmaya başlıyor.

 

 

 

 

 

Ölüleri Getirin'de ise Anne Boleyn sahnede. Kral onu Cromwell’in sayesinde kraliçe yapmış, ancak gelen varis yine bir erkek değil. Üstelik büyük aşkı da tavsamış durumda. Anne Boleyn gibi zeki, küstah, etkileyici bir kadının Cromwell’le anlaşması ise tabii ki imkansız. Ölüleri Getirin bu anlamda Anne Boleyn’in ölüme giden tekinsiz hikayesini merkez alıyor. Diğer yanda ise taht oyunlarının, tüm kötücül ve doğası gereği kötücül olduğu kadar zarif ve etkileyici yanlarına odaklanıyoruz.

 

 

 

Çoksesli bir anlatım biçimi var Mantel’in, ancak bireyin çoksesliliği gibi bir çeşitlilik bu. Gerçeklerin olduğu kadar rüyaların, gücün olduğu kadar için için bildiğimiz zaafların, yaşayanların olduğu kadar ölenlerin, öldürülenlerin dünyasını yazıyor, yani kısacası insanın... Kimbilir belki de sırf bu yüzden sevmeyebilirsiniz kendisini, ya da tarihi yorumlama biçimi size uzak gelebilir. Ya da çoğunluğun tersine güç ve iktidar adına yapılan kıyımlardan, kötülüklerden büyülenme havasına kendinizi kaptırmaya istekli olmayabilirsiniz. Ancak Mantel’in yazım gücünden, insan benliğine nüfus etme biçiminin etkileyiciliğinden şüphe duymayacağınız kesin.

 

 

 

 

Ölüleri Getirin'i okuduktan sonra, "Taht oyunları, ister tarihte ister şimdi, ister gerçekte ister fantastikte, etkinliğini ne zaman kaybedecek?" diye soruyorum kendime. Artık kaybetse... Yazıldıkça ve okundukça o da olacak belli ki.

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Şahane Bir Kitap Yazıları

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Yazının başlığı da methiye cephesini epeyce açığa çıkarıyor ama en sonda ulaşmam gereken yargıyı en başa taşıyarak atayım ilk adımı: Türkçe yazılan ya da Türkçeye çevrilen kalburüstü bütün tarihî romanları okuduğunu varsayan, kendisi de az çok ilgi görmüş hacimli üç örnekle bu alana katkıda bulunan biri olarak, bugüne dek Moğol Kurdu’ndan daha iyisine rastlamadım.

Ölmek ve gülmek kelimeleri yan yana çok da gelmez. Belki fonetik olarak ya da bir şiirin kafiyesi olduğunda yakalanan uyum kulağa hoş gelse de ölüm ne olursa olsun acı verir insana. Gülecek yanını bulmak zordur ölümün. “Sen adamı öldürürsün” diyerek kahkaha atarken bile güldürmek ve öldürmek aynı cümlede geçti diye kısa süreli bir sarsıntı geçirdiğimiz olur.

Mehmet Akif’in seciyesini en çok şu üç şey inşa etti der Mithat Cemal Kuntay: Kur’anlı ev, pehlivanlı mahalle, müspet ilimli mektep. Bu üç dayanağı anlamak, Türkiye’nin ve şiirin zeminine dair iyi bir fikir verecektir. Akif’te tarih kültürel bir miras değil. O bunu çok erken zamanda anlıyor ve Namık Kemal’in korktuğu varoluş krizinin ortasında kendisini buluyor.

Reenkarnasyon, tarih boyunca birçok coğrafyada bazı farklılaşmalarla olsa da kendisine yer buldu. Dilimize de ruh göçü adıyla aktarılan bu kavram, ruhun bir bedenden diğerine geçerek varlığını sürdürdüğüne dair bir inanç.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.