Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap


Bülent Somay ile söyleşi: “İyi yoktur, ama kötü vardır”


Devlet sana, "Git Kürtleri öldür," diyor, ama "kulaklarını kesip boynuna as," demiyor. Bunu önermiyor bile. Ama yapıyorsun. Buradaki kötülük id kötülüğü.

Bülent Somay ile söyleşi: “İyi yoktur, ama kötü vardır”

 

AYŞE ÇAVDAR

 

Türkiye edebiyatında “kötülük” kavramının kendine ne kadar yer bulduğunu irdelemek, kaçınılmaz olarak iyilik ve kötülüğün ne olduğunu bir kez daha düşünmeyi gerektiriyor. İyilik ve kötülük, birbirinin zıttı mı? Düşmanı mı? Yoksa el ele vermiş, uyum içinde geçinip gidiyorlar mı? Birbirlerine ihtiyaçları var mı?

 

Tüm bu sorularımızın muhatabı Bülent Somay, kötülük ve iyiliğin birbirlerine karşıt olarak görülemeyeceğini; çünkü mutlak iyinin zaten hiç olmadığını söylüyor. Öte yandan Somay’a göre kötülük her yerde çıkabilir karşımıza, her kılıkta...

 

İyilik ve kötülük nasıl kategoriler? Birbirleriyle ilgileri ne?

 

Kötülük ve iyilik birbirlerinin karşıtları değiller. Eğer birbirlerine karşıt olarak konumlarsak Ortaçağ Hıristiyan etiği üzerinden konuşuyoruz demektir. Bugün artık o paradigma içerisinde değiliz. Çağdaş edebiyat artık tam da bunların aynı yerde bulunduğunu bize söylüyor.

 

Birbirlerini var ederek bulunduklarını…

 

Kesinlikle. Kötülük ve iyiliği birbirlerine karşıt kategoriler olarak görebilmemiz için önce mutlak iyi bir tanrıdan söz etmemiz gerekir. Ancak 18. yüzyıl sonu itibariyle o teolojinin dışına çıktık. Artık böyle tartışmamız mümkün değil. Ama bu, kötülüğün var olmadığı, kötünün aslında iyi, iyinin aslında kötü olduğu ya da bunların göreli kavramlar oldukları anlamına gelmiyor.

 


Kötülük var ve iyiden bağımsız olarak orada mı artık?

 

Aynen öyle. Şöyle diyebiliriz: İyi yoktur, ama kötü vardır. Çünkü iyi, mutlak bir kavram, o mutlaklık olamayacağı için yok. İyiliği çözümleyemeyiz, çünkü mutlak. Bir ideal, bir ufuk olarak vardır. Tanımlayamayız, iyi olamayız. Ama kötüyü tanımlarız ve teşhis ederiz. Bu da politika, sosyoloji, antropoloji vs. düşünürken, kötüyü kategori olarak tartışmamıza sokabiliriz demek.

 

Peki nedir kötülüğün kaynağı?

 

Žižek üç ayrı kötülük tarifi yapar: Süperego kötülüğü, ego kötülüğü, id kötülüğü. Süperego kötülüğü mesela Büyük Engizisyon’da gördüğümüz kötülük. Adam önüne gelen Yahudi’yi, Müslüman’ı yakmış, onlar yetmemiş, Hıristiyanların da bir kısmını yakmış. “Bu da böyle kafir, bu böyle münafık…” Hakikaten onların ruhunu kurtarmak için yakmış. Burada eleştirilecek şey, bu kadar katı bir süperego, ahlak ve moralite ile bu kadar mutlak bir iktidara sahip olmasına zemin olan politik yapıdır. Ama adamı eleştiremeyiz, çünkü inanıyor buna ve kötü. Bir de ego kötülüğü var: Sen benim kardeşim olsan, babamız zengin olsa, ben de mirasa konmak için seni öldürsem. Buna ego kötülüğü deriz. Çok açık bir avantam, birazcık da sosyopati eğilimim var, yaparım bunu. İnsanlar analarını babalarını öldürüyor. Bunlar kolay anlaşılır şeyler. İd kötülüğü ise problemli bir kavram. Hiçbir sebebi yok çünkü id kötülüğünün. Çıkar sağlamıyorum ya da kendimden daha büyük bir inanç için yapmıyorum. 

 

Seri katil kötülüğü gibi mi?

 

Değil. Çünkü o zaman psikopati der rahatlardık. Ama burada o da yok. Devlet eline silah verip dağda Kürt öldürmeye gönderir. Öldürürsün. Bazıları ıskalamayı tercih eder, katil olmamak ister. Bazıları korkaktır, nişan alıp ateş eder. Bazıları da öldürdüğü Kürtlerin kulaklarını kesip boynuna asar. Buradaki sorun şu: Devlet sana, “Git Kürtleri öldür,” diyor, ama “kulaklarını kesip boynuna as,” demiyor. Bunu önermiyor bile. Ama yapıyorsun. Buradaki kötülük id kötülüğü.  

 

Aşırı itaat mi bu?

 

İtaat değil, tam tersine. Kendindeki kötülüğü ortaya çıkaracak zemini arayıp bulmak.

 

 

 

Polisler Pitbull eğitilir gibi eğitiliyor

 

 

Polisin Gezi Parkı’ndaki davranışı. Gaz fişeğini yukarı değil de kafaya sıkması…

 

Hiçbir polisin üstü “Niye bu insanların kafalarına nişan aldın?” demiyor ama. Bunun biraz daha derin bir çözümlemesini yapabiliriz. Hiçbir üst onlara kafaya nişan alın demiyor. Ama şunu yapıyor: Bunları izinsiz, sürekli nöbet halinde, çişlerini yapmalarına, yemek yemelerine izin vermeden orada dikiyorlar. Tıpkı pitbull eğitir gibi. İd kötülüğü tam da burada ortaya çıkar. İçindeki şeytan ortaya çıkıyor değil, o hep ortada. Sen bu insanı bu kadar ağır stres koşullarına sokarsan, eğer herkeste olduğu gibi onda da var olan ölüm dürtüsü ortaya çıkacak. Ben bunun yarı bilinçli yapıldığını düşünüyorum Gezi’de.

 

Sadece Gezi’de değil, kürenin her yerinde polis denilen mekanizma bu yönde bir değişime uğruyor.

 

Polisi pitbull gibi eğit. Karanlıkta bırak, döv, susuz-aç bırak ki giderek vahşileşsin. Bu aslında hepimizin kalbinde bir kötü yatar demek değil. Lacan’ın jouissance dediği, Türkçesine de keyif diyebileceğimiz bir şey var. Bu gerçekleşmesi imkansız arzunun fantastik tatmini. Yalnızca fantezi düzeyinde olabilecek bir tatmin. Ötekine haz diyoruz. Gerçekleşebilecek bir arzu tatminine haz diyoruz. Arzu ettik, seviştik, haz aldık. Acıktık, bulduğumuz ilk fast food’u ağzımıza tıkmadık, güzel bir lokantaya gittik, mumları yaktık, yedik, haz aldık. Geçici. Hiçbir tatmin kalıcı değil. Bir de bunun imkansız olanı var. Anne arzusu. Her bebek daha ilk andan itibaren, ayrıldım, ben geri döneceğim oraya arzusunda. Geçmiş olsun, entropi yasası, kırıldı mı, bir daha yapılmaz. Lacan diyor ki bu ölümcül bir hal. Bunun sonu hep kötüye varır. Çünkü bu arzu anneyle bir olma arzusundan kaynaklanıyor. Çünkü anneyle bir olmak demek ölmek demek. Ayrı bir varlık olarak artık olmamak demek. Hepimizin temeldeki arzusu aslında bu. Dolayısıyla bizim bütün o fantazilerimiz, ölümcül keyif fantazilerimiz, hep aslında yok oluşa yöneliktir. Bunu serbest bıraktığımız anda yok edici oluruz. Kötülük yaparız. Bunu denetleyebildiğimiz ölçüde uygar varlıklarız. Ama fırsat verildiği anda bunu denetimden çıkarttığımız için aslında uygar varlıklar değiliz. Fırsat verilmesine rağmen bunu denetimden çıkartmayana ahlaklı varlık diyoruz.

 

Gücün insanı kötüleştirmesi dediğimizde ne demiş oluyoruz?

 

Fallusla anlatayım. Erkeklere özgü bir durum ama kimi kadınlarda da gördüğümüz bir korku var: “Penisim yeterince büyük mü?” Yani, “Yeterince güçlü müyüm, yeterince iktidar sahibi miyim?” demek bu. Kimse birbirinin penisini görmez, ama evin muktediri olarak babanın penisine ilişkin bir fantaziyle rekabet eder. Babanın penisini görmediği için gözünde o kadar büyütür ki kendi penisi hiçbir zaman o kadar büyük olmayacaktır. Dolayısıyla hiçbir iktidar yeterli değildir. Yeterince muktedir diye bir şey yoktur. Fakat iktidar için mücadelede her zaman kötülük vardır. 

 

 


 

 

* Görsel: Mert Tugen




Toplam oy: 1137

Yorumlar

Yorum Gönder


Harika bir noktaya temas etmişsiniz. Ben de derim ki : Evet İngiliz Edebiyatı değil İngiltere Edebiyatı denmelidir, adam Fransız değilse Fransa'lı Gazeteci denmelidir. Bunun tüm dünya ülke ve milletleri adına gözetilmediği yerlerde; sadece Türkiye'ye özel 'Türk Edebiyatı' terimini kullanmaktan kaçınmak olsa olsa -en hafif tabirle- işgüzarlıktır.

30%
70%
Beğenmedim.

Konuyla ilgisi yok ama daha ilk cümlede takıldım ve ilerleyemedim: Neden "Türkiye" Edebiyatı demeyi tercih ediyorsunuz? Onun doğrusu (ve bu sadece "bana göre doğru" olan bir doğru değil) Türk Edebiyatı değil mi? Fransız Edebiyatına Fransa Edebiyatı, İngiliz Edebiyatına İngiltere Edebiyatı mı deniyor?
Aynı eleştiriyi zamanında BiaNet haber sitesine de yaptım, ondan beri Fransız gazeteci yerine Fransalı gazeteci demeyi tercih ediyorlar Türk yerine Türkiye, Türkiyeli demelerini mazur göstermek için. Hiçbir şekilde faşist veya şövenist değilim ancak Türkçenin doğru ve güzel kullanımına takıntılıyım ve öbür türlü kullanmak hem zorlama oluyor hem de komik.

35%
65%

Doğru söze ne denir.

32%
68%

Yeni yorum gönder

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.