Kelimelerle ilişkimi şöyle tarif edebilirim; ‘Kelimelerin kalbi’ne şiir yazarak girmek... Tanpınarca söylersem ben de önce kelimeleri öğreniyorum, sonra da yaşadıkça anlamlarını. Ve şu: Bazı kelimeleri işaret ettikleri şeyden daha çok seviyorum.
Hayatımı değiştiren kitaplar başta Don Kişot ve Vadideki Zambak. Eğer bu iki kitabı okumamış olsaydım sanırım yazının büyülü bir şey olduğunu hiç bilemeyecektim. Don Kişot’u ağlayarak okuduğumu hatırlıyorum, Vadideki Zambak’ı da bir şiir kitabı (sanırım Cemal Süreya çevirisinin etkisiyle) olarak... Bu iki kitap ‘hülyâ adamı’ yaptı beni. Lise yıllarımda okuduğum Yahya Kemal şiirlerini, Faruk Nafiz’in Han Duvarları kitabını ve Dağlarca’nın Âsû isimli o esrarengiz kitabını da unutmuyorum elbette. “Yoksa biz bu dünyadan değil miydik” sorusunu bana da sorduran ve hatta yaşatan Orhan Veli’yi, ortaokulda hocamızın ezberden okuduğu Necip Fazıl şiirlerini ve lisede edebiyat hocamızın derslerde tamamını okuduğu Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar’ını da unutmuyorum elbette. Ama galiba üniversite yıllarımda Hilmi Yavuz’un Çöl Şiirleri ve arkasından da o müstesna Geçmiş Yaz Defterleri ile karşılaşmasaydım hayatım değişmeyecek, bugün bulunduğum yerde olamayacaktım.
Kitaplar bana evvelâ ‘yalnızlık’ı öğretti. Bir kalbim olduğunu, bulduktan sonra aramam gerektiğini, ruhun hüzünle âbâd olduğunu ve elbette bir ‘hülyâ adamı’ olduğumu kitaplar öğretti bana. Ben kitapların hayatı değil, hayatın kitapları taklit ettiğine inananlardanım. Bu anlamda hayat içerisindeki mihmandarlarım Yûnus, Fuzûlî, Gâlib Dede, Rilke, Dostoyevski, Lamartine, Yahya Kemal, Tanpınar, Çelebi, Cioran ve Hilmi Yavuz başta olmak üzere damarlarımda kan yerine gözyaşlarının dolaşmasını sağlayan yazarlardır.
Çocukluğumun unutulmaz kitapları Can Ali (Cin Ali değil) serisi, sonra İki Sene Okul Tatili, Mercan Adası, Tom Sawyer’in Maceraları, sonra da Don Kişot, Moby Dick, Robinson Crusoe...
Yazmak için genellikle tercih ettiğim yerler kafeler, göl kıyısı ve bahçeler... Günün her saatinde ve hemen her mekânda yazabilirim, yeter ki defterlerim ve dolmakalemlerim yanımda olsun. Günün akışı içinde ‘zamanın ara odaları’na sık sık uğrarım. Rüyâların ikinci hayat olduğunu söyler Tanpınar; ben de hülyâların ikinci hayat olduğuna inanırım ve çok fazla gayret sarf etmeden o ikinci hayatta olurum çoğu zaman.
Kendimi bir ‘hülyâ adamı’ olarak tanımlıyorum Tanpınar gibi. Valery, ‘büyü üretimi’ demişti şiir için, Haşim, ‘sihirkâr tesir’den bahsetmişti. Tanpınar da ‘en uyanık halde dilde rüya halini kurmak’ diye ifade etmişti maksadını. Ben de ilk kitabımdan hareketle rüyâ ile hayâl ile alışverişi olan biriyim. Bazen görülmeden tabir edilen rüyâların peşindeyim. Çünkü Cioran gibi söylersem ‘Gerçek bende nefes darlığı yapıyor.’ Ve elbette Gazzâlî’nin belirttiği gibi hakikatin cüzlerinden biri de rüyâlardır. Âherli Zamanlar’daki bu bilinçdışı tavrın Nûrusiyâh’ta bilinçli hâle geldiğini söyleyebilirim. Yani ‘rüyâ üretimi’ söz konusu olan. Bunun için Dil’in (her manâsıyla Dil) de sükûtun da bütün imkânlarını kullanmaya gayret ediyorum. Benden önce görülmüş rüyâların sahih bir halkası olmak ya da tabir edilmiş rüyâları ‘yazmak’ istiyorum. Bachelard’ın “Düşler ve düşleme, hülyalar ve hülyalara dalma, anılar ve anılara kapılma, bütün bunlar ruh durumlarımızı belirtmek için kullanılan son derece basit eril adlandırmaların ötesinde, sarıp sarmalayan ve yumuşacık olan her şeyi dişi kılma ihtiyacının birer belirtisidir.” cümlesi ile hayatımı özetleyebilirim sanırım. Kendimi bildim bileli düş kurma, hülyâ etme eylemi (belki de eylemsizliği demeliyim) içindeyim. 27. yaştan sonra da, ki o yaştan sonra insan sembollerle yaşayan bir varlıktır, anılara kapılarak... Bundan sonra mı? Bundan sonra, yazdıklarını yaşayarak elbette...
Hayatım boyunca Orhan Veli’nin “Yoksa biz bu dünyadan değil miydik” sorusuna cevap aradım. Kırk bir yaşında buldum cevabı: Biz bu dünyadan değiliz, olamayız, olmayacağız.
Bu dünyadan olmadığımı beyan etmek, hayatımı bir hülyâ üretimine dönüştürmek ve hayâlin mağlûb olmadığını göstermek için yazmak dâimâ aklımda.
Benim ilham perilerim benden önce yaşamış şairlerdir. Bu, Ustam’dan öğrendiğim en önemli şey. Bellek mekânları, Keny G., Moustaki, Itrî, Tanbûrî Cemil Bey, Cinuçen Tanrıkorur, Hacı Ârif Bey, Dede Efendi, Bach, Sinatra, Albinoni, Emma Shapplin, Audrey Hepburn’ün filmleri, Kahire’nin Mor Gülü, Yaban Çilekleri, Persona, Ayna vs beni kışkırtan isimler ve eserler. Başta Dostoyevski, Balzac, Cioran, Unamuno, Gâlib Dede, Çelebi, Baudelaire ve Celan’ı da unutmuyorum elbette.
Gün içinde ikindi akşam arası benim için hayatın içerisindeki şiirsel anlardan biridir. Müstesna bir vakittir. “İkindi üstü, boşluğumuz büstü” demiştim bir şiirimde. Mevsim sonu, bilhassa bahar ve yaz sonları sırlı zamanlardır. Yahya Kemal gibi düşünüyorum ben de mevsim sonlarını; “Mevsim sonu öyle bir zaman ki / Gâib bir mûsîkîydi sanki.” Bir de bana “beni hep akşam gibi gösterir gövdem” dedirten akşam vakitleri; “lâvanta çiçeği kokan kederler” en kesif kokularını akşamları salarlar çünkü. Ve elbette yazlar; bana “zaman yaz sûretinde göründü bana” mısraını yazdıran yazlar... Doluluk yazdır ve var olduğumu en çok yaz aylarında duyarım; kendimi tadarım; hem yazmak hem yaşamak ve hatta “çiçeklenmeyle solmayı birlikte kavramak” için kışkırtan bir mevsimdir yaz ve kalbimi akarına bırakırım...
Mutsuz, umutsuz, yılgın olduğum anlarda genellikle Cioran okurum ve bu bana garip bir şekilde sağaltıcı gelir. Necatigil’in şiirlerini okurum ve bütün insanlık durumlarına karşılık bir şiir mutlaka bulurum “Yaşamak azaptır çok zaman” dizesiyle açılan toplu şiirlerinde. Rilke, damarlarımda kan değil gözyaşı dolaştığı hissini verir ve bir teselli ediştir bu bir bakıma. Yûnus’u okurum, dirilirim. Hilmi Hoca’nın ‘büyü’sün yaz’ı kalbimi yeniden yazar.
“Başarılı bir şiir, şansın yardımıyla yazılamaz.” Mallarme’nin bu cümlesi benim poetikamın da kilit cümlesidir. “Şiir hakkında vardığım nihai sonuç şiirin tadını çıkarmaktır” der Borges, Norton Konuşmaları’nın bir yerinde. Poe da Baudelaire’in şiirini değerlendirirken “Şiir esintinin değil aklın, hesabın, iradenin verimidir” ifadesini kullanır. Benim için ‘işçilik’ bir hayli önemlidir; hayâl de bu işçiliğin bir parçasıdır elbette.
Hayat mottom: “Dünyayı muhabbet kurtaracak”. Yaşamın anlamıysa Aşk’tır; “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen” mısraını kavrayacak idrake kavuşmaktır bir bakıma.
En sevdiğim şiirlerim... İlk kitabım Âherli Zamanlar’daki ‘Kim O Ağacın Altı’ benim için çok özel bir şiirdir. İkinci kitabım İncire Yemin’deki ‘incire yemin’, üçüncü kitabım Rüyâ Kasrı’ndaki ‘nil rüyâsı’ ve son kitabım Nûrusiyâh’taki ‘mişkatu’l envâr’ şiiri de...
Beni en çok etkileyen insanlar melâmîmeşrep’ler, kendisiyle dalga geçmeyi bilenler, hülyâ etmeyi hayatının merkezine koyanlar ve kalbini akarına bırakmışlardır… Bu tarz insanlar benim için okunacak kitap gibidir; yeniden yeniden okurum onları... Rahle-i tedrisinden geçtiğim hocalarımı, bazı talebelerimi, bazı roman ve film kahramanlarını…
Hayatta en mutlu olduğum yer yazları Bodrum Ortakent Yahşiyalı; Hilmi Hoca ve Aydın (Afacan) Abi ile kalbimizi yeniden yazdığımız, hâtırası kalbe ışıklarla dökülen o müstesnâ günler...
Yakında yayımlanacak üç kitabım var; biri şiir, diğeri anlatı diyebileceğimiz bir metin ve sonuncusu da Meserret Oteli başlığını taşıyan bir oteller kitabı. ‘Havuz’ üzerine küçük bir metne çalışıyorum şu sıralar ve Bursa’daki o güzelim Kitabevi Otel’i anlatmaya çalıştığım küçük bir kitaba. Birkaç dosya daha var ama onları söylemeyeyim, sürpriz olsun.
Yeni yorum gönder