Laf Evi, 1962 doğumlu Serdar Aysev'in ilk romanı, 1994 yılında bir şiir kitabı yayınlanmış. Kitaptaki kısa özgeçmişinden Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yapmış olduğunu, öğrencilerinin Facebook'ta açtıkları bir sayfadan ise çok sevildiğini ve Ölü Ozanlar Derneği filminde Robin Williams'ın canlandırdığı John Keating'e benzetildiğini öğreniyoruz.
Doğum yılını zikretmemizin nedeni, Aysev'in de 78'liler diye anılan hayatlarının akışı 12 Eylül darbesi ile alt üst olan bir kuşağın mensubu olması. 12 Mart 68'lileri ya da Füruzan'ın aynı adı taşıyan romanı ile söylersek 47'lileri yaman biçmişti. 12 Eylül'ün 12 Mart'tan farkı etkilenen insanların sayısının kıyaslanmayacak kadar fazla oluşu ve aynı zamanda bir toplumu uçtan uca; ekonomisinden, eğitim sistemine, toplumsal ilişkilerinden, siyasi sistemine, anayasasına toptan değiştirme dönüştürme projesi olarak uygulanmaya konmasıdır 68 kuşağı derin yaralarına rağmen birkaç istisna dışında çok kısa sürede zindanlardan kurtulmuş, hayata neredeyse bıraktıkları yerden devam etme olanağına kavuşmuştu. 78'liler için ise durum bambaşkaydı. 12 Eylül, Alice Harikalar Diyarında'nın tavşan deliği gibiydi; öncesi ve sonrası ile o kadar farklı bir dünya... Elbette sonrası sermaye için harikalar diyarı, işçi sınıfı ve devrimciler için ise ülke boyutlarında bir işkencehane ve cezaevi olarak.
Hayatlarında bu denli etkili olan bir olayın edebiyatla uğraşan 78'liler için bu uğraşılarında belirleyici olmaması düşünülemez. Özellikle de ilk eserlerinin bir kişisel 12 Eylül hesaplaşması olması adeta zorunlu gibidir. Darbenin ertesi günü ya da kısa bir süre sonrasında devrimciliği unutup hızla yeni koşullara ayak uydurarak yeni Türkiye'nin ekonomide, siyasette , reklamcılıkta, gazetecilikte yeni elitleri olmayı, onların pek sevdikleri deyimle 'tehdidi fırsata çevirmeyi' başaranları bir yana koyarsak, sermaye olmamakta devrimci ve insan kalmakta inat edenler için 12 Eylül içlerinde her gün yaşamaya devam eden bir olgudur, muhtemelen ölene kadar da kurtulamayacaklardır. O yüzden hep devrimci kalanlar için ne yapıyorlarsa yapsınlar, ilk giriştikleri entelektüel faaliyetin göbeğinden ya da kıyısından köşesinden 12 Eylül'e dokunması kaçınılmazdır.
Laf Evi de bir 12 Eylül romanı olarak sınıflandırılabilir. Anlatının merkezinde 12 Eylül'de tutuklanıp bir süre cezaevinde kalan, sonra tahliye edilen ancak davası henüz sonuçlanmamış Harun ve sevgilisi Zeynep; kocasını, Harun ve kardeşi Oğuz daha küçükken bir iş kazasında kaybeden, sihirbazlık yaparak onlarla birlikte şehirden şehire dolaşmak zorunda kalan Melahat anne buluyor. Elbette Harun'un arkadaşları, işkencede çözülen ve 12 Eylül'ü fırsat bilerek hayali ihracatla zengin olmaya çalışan Bülent, Melahat hanımın iş arkadaşı Zahide gibi yan karakterler de mevcut. 252 sayfalık anlatı 35 bölümden oluşuyor. Yani her bölüm ortalama 7.2 sayfa gibi, ancak boş sayfaları hesaba katarsak ortalama 5-6 sayfa gibi bir sonuç çıkar. Ayrıca her bölümün başında bazen bölüm ile ilgisini kurmakta zorlandığım çoğu uzunca sayılabilecek alıntılar bulunuyor. Aysev, bölümler için zaman zaman farklı formatlar deniyor, bir bölüm bir senaryo sinopsisi gibi yazılırken, bir diğer bölüm bir tiyatro oyunu formatında, bir diğeri ise masal gibi aktarılıyor. Dolayısıyla ortada hem biçimsel hem içeriksel olarak oldukça fazla malzeme bulunuyor. Aysev bu kadar fazla malzemeyi kullanmaya karar vererek zor bir işe kalkışmış. Kendi içlerinde başarılı diyebileceğimiz bu bölümlerin hepsi bir araya geldiğinde ortaya tutarlı, birbirine iyi tutturulmuş bölümlerden oluşan ya da başarıyla teğellenmiş bir roman çıktığını söylemek zor. Hatta bazı bölümlerin neden romanda yer aldığını anlamak güç, ben anlamamış da olabilirim. Romanın orta yerinde bir turna peydah oluyor, sonra yok oluyor, keza 'Hoca' çıkıyor ortaya o da sonrasında iz bırakmıyor. Acaba yazarın sadece onlara söyletmek istedikleri şeyler için mi varlar? Romanın en keyifli bölümü olarak okuduğum babasını arayan çocuğun masalı için de aynı problem söz konusu. Bu kadar farklı denemelerin yer alması ister istemez insana şunu düşündürüyor: acaba bu roman yıllar içinde farklı amaçlarla alınmış notların, bazı denemelerin, taslakların sonunda bir roman oluşturmak amacı ile yan yana getirilmesi ile mi oluştu? Yoksa Aysev'in farklı bir bağlantı planı vardı da o mu gerçekleşmedi, son olasılık da kurgunun gayet başarılı olup benim içinden çıkamamış olmam olabilir. Sonuç başarılı olduğu takdirde elbette romanın oluşum süreci bizi ilgilendirmez, ama okurken ve bittiğinde damağımızda bir eksiklik tadı kalıyor.
Bazı bölümleri okurken Bir Gün Tek Başına ve Vedat Türkali geldi aklıma, maalesef Aysev'in dramatik yapıda, iç dünyaların analizinde Bir Gün Tek Başına'ya yaklaşması mümkün olmamış. Benzerlik bazı bölümlerde seçilen anlatı biçiminden kaynaklanıyor. Romanın altın çağında 19. yüzyıldan aşina olduğumuz klasik tanrı anlatıcı yöntemi. Aysev'i okurken romanın gelişim sürecinde özellikle modernist arayışlarla bazen küçümsenen ve hor görülen bu yöntemin uygulanması en zor yöntemlerden birisi olduğunu düşündüm. Nedeni de şu sanırım: Bu yöntem özellikle diyalog yapısı itibarı ile okuyucu için en bildik, tanıdık hâl, her gün içinde yaşadığı hayatın bire bire canlandırılması çabası olduğu için, eksik ya da başarısız uygulamalarda anlatıya yabancılaşmanın en kolay olduğu yöntem oluyor. İnsan 19 yüzyıl romanının, Fransız, Rus, sonrasında İngiliz klasiklerinin bu çerçevede ne kadar muazzam bir iş başarmış olduğunu bir kez daha idrak ediyor. Aysev de karakterlerini siyasetten, 12 Eylül'den konuşturduğu zamanlarda aksıyor. Ama benzer problemlerin Vedat Türkali kahramanlarında bile olduğunu da belirtelim. Siyaset söylemi roman için içine yedirilmesi en güç içerik belki de.
Yukarıda bölüm başına ortalama sayfa hesabı yapmıştık, ayrıca bölümlerin üslup ve içerik olarak bazen daldan dala zıpladığını belirtmiştik. Bölüm başlarındaki uzun alıntıları da hesaba katınca bu yapının bir sonucu da akıcı bir okuma sürecini engelliyor olması. Hatta bazı bölüm başlarında dört alıntı birden yapılmış. Bazen fazla edebi olmaya çalışmakla birlikte Türkçesi gayet başarılı ve kusursuz. Okuyup okumama tercihi elbette sizindir.
Ayrıntı yayınları şu punto meselesini halletmeli... Oradan roman okumak bir işgenceye dönüşüyor. Gözü çok yoruyor. Üç beş sayfa tasarruf edeceğim diye de bu zulüm yapılmaz ki kardeşim
Yeni yorum gönder