24 Ocak 1962'de ayrılmıştı aramızdan Ahmet Hamdi Tanpınar. Ama geride bıraktığı eserleriyle birlikte hep yanı başımızda. Tam da bugün için, İpekli Mendil öykü sözlüğünün yazarlarından Billur Özeke, Tanpınar'ın eserlerinden yola çıkarak mini bir Tanpınar sözlüğü hazırladı. Bu vesileyle, Ahmet Hamdi Tanpınar'ı buradan bir kez daha anıyoruz.
ALIŞMAK: Vakıa eski benliğini kaybetmenin azabını, içinde bir bıçak gibi duyuyordu. Fakat bu da geçecekti; “ elbette buna da alışırım”, diyordu. “İnsan nelere alışmaz ki…” Zaten hayat dediğimiz bu kapalı dairenin asıl mucizesi, bu alışmak değil miydi? “En sevdiğimiz mahlûkları bile kaybetmeğe alışmıyor muyuz? Günlerce, senelerce görmemeğe, mutlak, kat’i gurbet içinde yaşamağa alışmıyor muyuz? [Abdullah Efendi’nin Rüyaları]
BOĞAZİÇİ: O haftayı ve ondan sonra geleni, sadece onu düşünerek geçirdim; belki rastlarım ümidiyle birkaç defa Boğaziçi’ne gittim; Emirgan’da, Kandilli’de, Yeniköy’de , şurada burada dolaştım. Bunlardan bir şey çıkmayınca, onu, ilk defa buluştuğum yerde, yani o gece dinlediğimiz musiki parçalarında aramağa başladım. [Evin Sahibi]
CEVİZ: Ceviz ağacının dibine çömelmişti. Kapıdan girer girmez onu gördüm… Elinde bir taş, taze cevizleri kırıp yiyordu. Yüzü güneşe doğru idi. Parmaklarıyla cevizleri ayıklıyor, sonra yiyordu. Beni görünce birdenbire sevindi. Gözlerinde o gün taşlıkta ilk defa gördüğüm parıltı vardı. O günkü gibi sesi birdenbire kısıldı. Fakat ben onu dinlemiyordum. Ben elindeki cevizlere bakıyordum… Neden sonra anladı. Cevizleri elinden fırlattı. Ve kaçıp içeriye girdi. Bir daha mahallede görmedik. Ve ben bir daha, bir daha hiçbir kadınla. [Yaz Gecesi]
ÇIKIN: Birdenbire sabahtan beri kendi içinde olan değişiklikleri düşündü. Kaçmak arzusu, düpedüz kadın iştihası, garip bir şefkat, sevgi, korku, hayranlık, hiç duymadığı cinsten bir dostluk hissi. Ne acayip bir çıkın olmuştu böyle. “Yarın sabah uyandığım zaman kendimi tanırsam iyi.” [Yaz Yağmuru]
DERVİŞ: Gündüzleri bahçede evin mühim şahsiyetlerinden olan Derviş’le oyalanırdım. Büyük dayımın bu tek araba atı, attan insana doğru olan tekâmülünün yarı yolunda – yani bir at uzviyeti içinde mahpus insan psikolojisiyle- kaldığı için çok mustaripti. İnsan sohbetine bayılır, insandan uzak kaldıkça mahzunlaşırdı. Evin bütün işleri onun yanında görülürdü. Yazın aşçı, sebzeleri bahçede onun olduğu yerde ayıklar, tavukları orada yolar, bir işi için giderse bu yolunmuş tavukları ona emanet eder, evin hanımları onun yanında dikişlerini diker, misafirler orada kabul edilir, evin biricik oğlu Raci, Tıbbiye imtihanlarına onunla beraber çalışırdı. Benim ise belli başlı dostumdu. [Acıbadem’deki Köşk]
EŞYA: Eşyanın sükûneti, değişmez manzarası onun için hayatta bir teselli ve zevk kaynağı idi. Bir insan, en yakınımız bile, çarçabuk değişebilirdi. Fakat eşya, dalgın ve daüssılalı uykularında hep aynı kalırlardı. Bir saksının, bir sedirin, bir masanın, bir duvar veya kapının değişmesi imkânsızdı. Eşyanın açık dost, her zaman için güvenilir çehreleri!... [Abdullah Efendi’nin Rüyaları]
FİKRİ SABİT: İlk gözüme çarpan şey, o civardaki büyük bir yalağın yaptığı bataklıkta çömelmiş iki manda karaltısı oldu. Bu mandalar –burada bunu söylemeliyim- Erzurum’da benim bir nevi fikrisabitim olmuştu. Günün her saatinde onlardan biriyle karşılaşır, sırtlarına ve hatta başlarına kadar taşıdıkları kurumuş çamur parçaları, pislik bakıyeleri ile ve tepelerinin üstünde bir küçük kasırga gibi dalgalanan küçük hayvanlar kümesiyle bana büyük ve cüsseli olmanın kefaretini bütün ömürlerince çekmeğe mahkûm büyük zavallılar gibi görünürlerdi. [Erzurumlu Tahsin ]
GÖÇ MANZARASI: Bu hakiki bir göç manzarası idi ve muhayyile hiçbir zahmet çekmeden bu küçük karargâha tarihi rengini veriyordu: Kişneyen atlar, sırtından ok ve yay dolaşan bir iki nöbetçi, meşale ışığında silahlarını temizleyen erkek kalabalıkları ve gecenin sükûtunda birbirine sokulmuş teprenen, kımıldanan, bağıran sığırlar, koyunlar ve onların etrafını çeviren kağnılar. Ve sabahın meçhulünü düşünmeden yorgun uyuyan oba. [Erzurumlu Tahsin ]
HASTALIK: Yatak oldukça geniş…Ben bir kenarına uzanıyorum, o bir kenarına… O, yani hastalığım. Bundan evvel de geniş yataklarda yattım; yanımda yine yatak arkadaşlarım vardı; ümitlerim, hülyalarım, vehimlerim, gündelik acı ve kederlerim sırasıyla gecelerime arkadaşlık ederlerdi. Fakat bu sefer onların hepsinden, hatta büyülü gözleriyle en musırrı olan arzudan bile ayrıldım. Şimdi hastalığımla başbaşayım. Onu, anlaşılan, geç doğan bir çocuk gibi yıllarca kendimde gezdirdim. Belki bu yüzdendir ki bana hiç yabancı gelmiyor.[ Evin Sahibi]
ISLAH: Ona göre işleyen insan kafasının üç büyük gayesi vardı: icat, ıslah, tadil. Fakat bu üç kategori birbirinden o kadar kat’i surette ayrılmazdılar. Tadil ve ıslah yolu ile kabil olabileceği gibi, ıslah yolu ile tadil, tadil yolu ile ıslah da kabil ve tavsiyeye şayandı. [Acıbadem’deki Köşk]
İNSAN YÜZÜ: Bir insan yüzünün en manalı bir alem olduğunu, ben o geceye kadar anlayamamıştım. Hayat dediğimiz o girift oyunun, aktörlerini bu kadar kuvvetle benimseyeceğini, onların her hal ve tavrına kendi akşının damgasını bu kadar kuvvetle vuracağını hiç düşünmemiştim. Yüz buruşuğunun, göz altındaki herhangi bir çizginin, dudak kenarındaki bir kıvrımın, ne bileyim, konuşmadan evvelki bir saniyelik bir tereddüdün, küçük bir el işaretinin, manasız ve ehemmiyetsiz bir bakışın, bir gülüşün, bir omuz düşüklüğünün bütün bir ömrü en ince, en karışık, en nüfuz edilmez taraflarından anlatacak birer işaret olduğunu hiç düşündünüz mü? [Bir Yol ]
JÜL SEZAR: Benim uyandığımı görünce, cebinden çıkardığı bir kâğıdı uzatarak; “Yarın akşam bilhassa unutmayın. Jül Sezar oynuyoruz, dedi. Ben Jül Sezar’a çıkacağım. Ali de Brutus olacak!” İçimde birdenbire kabaran hüznü, yarın akşamın biçare Romalılarına göstermemek için pencereden baktım. İstasyona gelmiştik. [Tren Yolculuğu]
KETİ: -Keti, diyordum, Keti bu akşam benim olacak. Ve onun her türlü yıldız parıltısından yapılmış acayip bir sanem gibi yatağımın içinde çıplak, hazza güleceği anı düşünerek sevincimden çıldırıyordum. Keti’nin büyük mavi gözleri, altın sarısı saçları, sarışın bir rengi ve çok ölçülü, küçük artist hayatına rağmen çok bakir kalmış bir vücudu vardı. Ve Keti, yaradılışının kendisine cömertçe verdiği bu dört unsurla her duruşunu, her manasız hareketini emsalsiz bir güzellik yapmasını biliyordu. [Geçmiş Zaman Elbiseleri ]
LOKANTA: Yemeği Yeniköy’de eski bir yalının altı katında açılmış bir lokantada yediler. Kadın bahçenin haraplığını sevmiş, sonra da salon yapılan taşlığın loşluğu hoşuna gitmişti. Hakikatte daha ziyade bir salaşa benziyordu. Fakat her kabaran dalga ile sanki denizin cevheri içeriye giriyordu. [Yaz Yağmuru ]
MUSIKİ: Sabri biraz sonra yağmur seslerinin sık ormanında Debussy musikisinin, sanki yanı başlarında uyuyan bir mahluk gibi olduğu yerden silkindiğini, mücevher parıltılarıyla kımıldandığını, kendisine yol açtığını duydu. Bu sefer de karısını hatırlatmıştı ona. Bazı geceler çocuklarını beşiğinin başına onu aynı işaretle çağırırdı. Hakikaten garipti bu. Durup dururken insana kendi mazisinin içinden ona bürünerek hücum ediyordu. “Tıpkı musiki gibi.” Bununla beraber onu, yanı başında, bütün varlığıyla musıkinin ocağına eğilmiş, yüzü onun akisleriyle aydınlık görmek, aralarında bu yakınlığı bulmak hoşuna gidiyordu. Ve musıki sanki kendi dikkatlerinin çocuğu imiş gibi ikisinin arasında, onlarla beslenen mucizeli bir varlık gibi büyüyordu. [Evin Sahibi]
NİÇİN, NEDEN ve NASIL: İşte her düşüncenin esası olan, niçin, neden ve nasıl gibi suallerle ben bu evde ve onunla karşılaştım. Bu yüzdendir ki, düşüncem hiçbir zaman metafizik problemlerde gecikmedi. Onun sayesinde doğrudan doğruya realite üzerinde düşündüm. Niçin kapılar bu kadar ehemmiyetle kilitlenirken her katın sofasında yangın merdiveninin açıldığı pencere –çünkü dayım yangın merdiveninin İstanbul’da ilk kullananlardan biridir- daima yarı açık bulunur? Neden dayım sokaktan gelecek her şeyden bu kadar çekindiği halde etrafında sadece alçak duvarlar bulunan bahçe kapısının gece gündüz ardına kadar açık bulunmasına göz yumardı? Nasıl olurdu da dayım bu kadar kilit ve sürgü meraklısı olduğu halde evdeki anahtarların hiçbiri kilitlere uymazdı? [Acıbadem’deki Köşk]
ODA: Oda, karşıma düşen duvardaki bir hücreye konmuş büyükçe bir gaz lambasıyla aydınlanıyordu. Biraz evvel girmiş olduğum –avluya açılan- kapının karşısında ikinci bir kapı, evin içi ile münasebetini temin ediyordu. Sol tarafta bütün duvar boyunca, bir köşesinde benim yattığım sedir vardı ve karşı tarafta iki açık pencere bahçeye bakıyordu. Bu geniş oda baştan aşağıya eski şark eşyasıyla döşenmişti. Sedir alçaktı ve bazı şark vilayetlerinde bir vakitler dokunan ve bugün pek nadir tesadüf edilen eski sırmalı kumaşlarla örtülüydü. Bir iki rahle, duvardaki küçük rafta iki, üç eski gümüş eşya, mütevazı görünüşleriyle dekoru tamamlıyorlardı. Duvarda bir iki yazı ve tam benim baş ucuma rastlayan köşede küçük boyda, çerçevesiz bir genç kadının fotoğrafı… [Geçmiş Zaman Elbiseleri]
ÖMÜR: Hayat oyununu en büyük ciddiyetle oynamağa hazırlandığım bir anda geçmiş yıllar,karşıma dikiliyor ve benden hesabının soruyorlardı. O günden sonra artık bir an bile yalnız değildim; soframda, kısık, gözlerinde boşa gitmiş bir ömrün bütün bıkkınlığı toplanan bir zavallı vardı ve bana pişmanlığın şuuruyla kısılmış sesi durmadan fısıldıyordu : “Ömrünü, ömrünü ne yaptın?” [Bir Yol]
POLİTİKA: O zamana kadar politikayı büyük merkezlere mahsus, büyük meselelerin etrafında ve her şeyden evvel bir fikir davası addederdi. Fakat bu kısa yolculuk ona asıl politikanın bu küçük şehirlerin, para kudreti, iş imkânı sahiplerinin yüzlerinde, tok seslerinde, ağır baş sallayışlarında toplanmış, dış taraflarından bakılınca bir felaketin artığı gibi görünen bakımsız eşraf konaklarının, mağazaların, dükkânların, ardiyelerin malı olduğunu anlatmıştı. Politika topraktı, pazardı. [Teslim]
RAKAM: Abdullah’ta da çocukluğundan beri bu rakam hastalığı vardı. Bu itiyat, kafasını dünyanın en çabuk işleyen bir hesap makinesi haline getirmişti. Bütün hayatı için tesadüf ettiği rakamlar üzerinde ameliyeler yaparak hükümler çıkarır, kendi kendine saadetler vaat eder veya felaketler düşünürdü. Bu sefer gelirken de böyle olmuştu. Otomobilin numarasındaki rakamları saymış, çocukça, fakat mufassal bir ameliye ile bu rakamın esasını teşkil eden adedi bulmuş ve onda herhangi münasebetsiz bir tesadüfü haber verecek bir şey bulamadığı için sevinmişti. [Abdullah Efendi’nin Rüyaları]
SARNIÇ: Sonra birdenbire bütün bunlar kayboluyor, kendimi tek başıma bir bahçede buluyordum. Ayaklarımın altında bir sarnıç kapağı vardı ve ben bu kapağın hem üstünde ve hem altında olduğumu biliyordum. Evet, sarnıçta mahpustum ve aynı zamanda sarnıcın üstünde bekliyordum. Fakat hakikaten sarnıcın üstündeki ben miydim? [Geçmiş Zaman Elbiseleri]
ŞİMENDİFER: Her defasında yine tereddüt ederek, belki yirmi defa, otuz defa, gazeteyi okudu. Hayır, aldanmamıştı. Birinci ikramiye 152693 numaraya isabet etmiş, imamın dediği gibi nihayet şimendifer çarpmıştı. [Birinci İkramiye ]
TOPRAK: Toprağın sarsıntısı denizin fırtınasına benzemiyor, büsbütün ayrı bir şey; denizde her zaman müteyakkız bulunuyoruz; deniz, biliyoruz ki insanoğlu için güvenilecek bir unsur değildir. Onu başından düşman olarak aldığımız için su bizde mukavemet, müdafaa ve zafer sevkitabii ve ihtiyaçlarını uyandırıyor. Hâlbuki toprak böyle değil insanlığın en güvendiği unsurdur. Saadetini, refahını, emniyetini ona bağlamıştır. Onu her zaman itaatli, müşfik veyahut hiç olmazsa lakayt ve sakin görmeğe alışmışızdır. Toprağın sarsılması işte bu emniyetin yıkılmasıdır ve bir dost tarafından hançerlenmeğe benzeyen vahim bir hali vardır. [ERZURUMLU TAHSİN]
UZVİYET: Arzunun bu kadar ısrarla kendisine hakim olduğunu bilmiyordu. Bütün uzviyeti ancak bir kadının huzuruyla tamamlanacak bir eksiklik içinde kavruluyordu. Evet, gitmeli, bir başka yere gitmeliydi! [Abdullah Efendi’nin Rüyaları ]
ÜST KAT KİRACISI: Hakikatte Abdullah Efendi, ömürlerinin sonuna kadar kendileri olmaktan kurtulamayan, nefislerini bir an bile unutamayan, etrafındaki havaya kendilerini en fazla bıraktıkları zamanda bile, içlerinde, tıpkı alt katta geçen bütün şeyleri merakla takip eden bir üst kat kiracısı gibi köşesinde gizli, mütecessis, gayrimemnun ve zalim ikinci bir şahsın mevcudiyetini, onun zehirli tebessümünü, inkâr ve istihfaftan hoşlanan gururunu ve her an için ruhu insafsız bir muhasebeye davet edişini duyan insanlardan biriydi. [Abdullah Efendi’nin Rüyaları]
VİCDAN AZABI: Evli bir adam böyle mi yapardı. Bu hiç doğru değildi. Onun tanınmadığı kadınlarla vakit geçirecek zamanı mı idi, başında bir yığın mesuliyet vardı. Bütün bunların şuuru, şimdi içinde çok canlı bir vicdan azabı olmuşlardı. [Emirgan’da Akşam Vakti ]
YOL: -İşte, dedi, şu gördüğünüz küçük yol, şu iki ağaç arasında tepenin eteğine kıvrılan patika… Fevkalade hiçbir tarafı yok değil mi? Hemen her yerde bol bol rastgelebileceğimiz alelade bir şey… Bununla beraber nereye gittiğini, nereden geldiğini bilmediğim, bir dönemeçte kaybolan tozlu parçasından başka hiçbir tarafını tanımadığım bu yol benim hayatımda bütün bir sergüzeşttir. On beş seneden beridir ki bu yolda her ay bir, iki seyahat yaparım. Bu uzun şeridin iki yanında ve onun döne değişen ufkunda tanımadığım hiçbir şey yoktur. Yattığım yerden gözüme ilişen sivri bir kaya parçası, yalnız aydınlık havada ürperen tepesini gördüğüm bir ağaç, ne bileyim hatta daha alelade bir işaretle bütün ufku kendi kendine canlandıracak kadar bu yolların aşinasıyım; fakat yıllar var ki bu küçük yol parçasını, yol bile diyemeyeceğimiz bu dövülmüş kırmızı toprak genişliğini daima yeni, yepyeni bir şey gibi seyrettim. Onu her defasında görür görmez ürperdim, onda saadetlerin, hasretlerin, beklenilen şeylerin bütün güzelliğini ve şiirini duydum. [Bir Yol ]
ZAMAN: Dışarda evin eski, evvelki sahiplerinden kalma saati hırıltılı bir ses çıkardı. Bu çeyrek saatlerin sesiydi. Sonra zaman kendi kuru taktakını aldı. Sanki ömrümüz çok kuru bir şeydi de küçük bir satırla onu doğruyordu. [Yaz Gecesi ]
Yeni yorum gönder