Ahmet Kekeç daha çok gazeteci kimliği ile bilinmesine rağmen nitelikli edebiyatseverlerin yakından tanıdığı, takip ettiği yazarlardan biri. Ne var ki Kekeç, az yazan ve uzun aralıklarla edebiyat eseri yayınlayan yazarlardan. Ahmet Kekeç’in daha önce Son İyi Şeyler öykü kitabı 1985 yılında, ardından da Yağmurdan Sonra romanı 1999 yılında yayınlanmıştı. Öyküye, romana en üst basamaktan başlayan Ahmet Kekeç hep edebiyatın içinde kalmasına karşın kitap yayını konusunda ısrar etmeyen yazarlardan.
Ahmet Kekeç Yağmurdan Sonra’dan 20 yıl sonra yayınladığı yeni romanı Ulufer’de nitelikli, başarılı bir kitaba imza atmış. Roman 1970’lerden başlayarak 1980’lere kadar uzanan bir zaman dilimindeki değişimi/dönüşümü gündeme getirirken, Türk toplumunun son dönemde yaşadığı siyasal, toplumsal, teknolojik serüvenin de izlerini sürer. Roman babasının ölüm haberini alan Mehmet Ali’nin psikolojik çarpılmasıyla başlar: “Babam ölmüş. Halis söyledi.” Bu giriş cümlesi Albert Camus’nün Yabancı romanındaki girişe benzer: “Bugün, annem ölmüş. Belki de dün. Bilmiyorum...” Kekeç’in bunu bilinçli yaptığı açıktır. Babanın ölümü aslında sıkışmış, hava alamayan ailenin son kapanan kapısıdır. Bu ölümden sonra taşra gerçek yüzünü gösterecek, fakir, çıkışsız ailenin üstüne karabasan gibi çökecektir.
Bu anlamda Ulufer’de kahraman Mehmet Ali mi yoksa taşra mı tartışılır. Taşra tüm kaderleri çizen, belirleyen bir unsur olarak öne çıkar “ana karakter benim” der. Romanda ülkenin politik yaşamı, kültürel durumu, aile düzeni gündeme gelse de pek çok tip çizilse de tüm bunlar kasabanın konumunu ortaya çıkaran bir figür olmaktan öteye gidemez.
Birbirine mahkûm insanlar
Taşra, birbirine mahkûm olan insanların yeridir. Burada çözülüp dağılan sonra yeniden birleşen dost ahbap ilişkileri yoktur. Bu insanlar seçeneksiz oldukları için birbirlerine yaslanırlar. Dahası birbirlerine yeterler ve ortak ilgiler bulmakta ustadırlar. Kahvehaneler, parklar, piknik yerleri, sinemalar zaman öldürülen yerlerdir. Çünkü taşrada en bol olan şey zamandır. Burası huzurlu, dingin, kendi kendine yeterli, aynı zamanda büyükşehir düşlerinin kurulduğu yerdir. Ama yine de hayatın tamamının burada geçirilemeyeceği bilinir. Taşra pek çok kişi için ya geçici bir ikametgâh ya da mecburi bir ikametgâhtır. Bu yüzden zihinlerde hep “gitmek” fikri vardır. Romanda, gitmek kavramı etrafında bir söylem oluşturulur. Herkes gitmek istemektedir. Nerede ne olacağını bilmeden bu taşra şehrinden bir an önce uzaklaşmak ister.
Ahmet Kekeç’in romanında çizdiği taşra tam da böyle bir yerdir. Yitirilmişliğin ve kimsesizliğin birbirine yaklaştırdığı/ kenetlediği, giderek dost kıldığı kasaba insanları, birbirlerine sarılarak acılarını unutup yaralarını sarmaya çalışırlar. Çünkü birbirlerini en iyi kendileri anlar. Kasabanın ürettiği bu acılar ancak kasabadan uzaklaşınca dinecek, bitecektir. Bu yüzden bütün kahramanlar “gitmek” fikriyle meşguldür. Kimi artist olmak için kimi ünlü bir şair olmak için kimi de futbolcu olmak için buradan gitmek ister. Ne var ki ne artist olunabilir ne şair olunabilir ne de futbolcu. Herkesin dönüp geleceği yer kasabadır. Muzaffer artist olamamış tekrar taşraya dönmüştür. Memet Ali’nin de kardeşinin de sonu aynı olacaktır.
Romanın ana kahramanı Mehmet Ali bir yandan nalbantlık yaparken bir yandan da şair olmak istemektedir. Sürekli şiir göndermesine rağmen merkez dergilerde bir türlü yer alamaz ve kabuğunu kıramaz. Küçük kardeş Hasan ise futbolcu olmak istemektedir. Onun da amacı taşradan kurtulup büyük bir takıma transfer olmaktır. İkisi başarılı olamaz. En büyük ağabey Haydar ise modernist zihniyeti, kapitalist, menfaatçi anlayışı temsil eder. Mehmet Ali’ye “şiir karın doyurmaz” derken, diğer kardeşi Hasan’a da bırak top peşinde koşturmayı “zaman, çalışma zamanı” diyecektir. Kekeç, romanında işte taşradaki bu yaşanmazlığı vurgular. O, taşrayı belli bir süre bulunup sonra da terk edilmesi gereken bir yer olarak görür. Çünkü taşrayı terk edemeyenlerin sonu hüsrandır. Bu anlamda kasaba hem onları yaşatan, can veren hem de yollarını tıkayan, yok eden, kaçamadıkları bir fonksiyon üstlenmiştir. Bu insanların pek çoğunun sonu taşrada yenilmek, bir kez daha yenilmek ve yok olmaktır. Burası taşradır. Yılmaz Güney filmi izlenir, Orhan Gencebay dinlenir, siyaset konuşulur, maçlara gidilir, ekmek peşinden koşulur. Her şey aynıdır. Taşra sıkıntısı hepsini kuşatmıştır. Dönüp dolaşılıp aynı yere çıkılır.
Ulufer, bir kuşağın dramı
Romanda mekân olarak Kürt, Arap, Türk’ün iç içe yaşadığı coğrafi bölgenin (İskenderun) seçilmesi boşuna değildir. Roman tam burada en kavurucu insanlık meselesini, ırkçılığı, mezhep ayrılıklarını gündeme getirip bir sevda hikâyesinde test eder. Bu anlamda romanın ana temalarından biri de Mehmet Ali ile Ulufer aşkıdır. Bu aşkın önünde de mezhepsel farklılık vardır. Biri Alevi biri Sünni’dir. Aslında aralarında ırksal bir farklılık da vardır. Mehmet Ali Kürt, Ulufer Arap’tır. Ama ülkenin yüzlerce yıllık meselesi bu aşkı gölgeler. Peki suçlu kimdir? Mehmet Ali, Edip Cansever taklidi şiirler yazmaktadır. Üniversiteyi kazanamadığı için İskenderun’da kalmıştır. Eğer isim yapmış bir şair olursa boğulduğu bu kasabadan kurtulacaktır. Daha sonra şair arkadaşı İbrahim aracılığıyla İsmet Özel’i keşfeder. Adlandıramadığı bir şey vardır bu şiirlerde. Gür, çağıl çağıl bir ses. Bağıran ama derinden bir yalnızlığa sahip. Ne yolu hidayete evrilir ne de güçlü bir şairliğe… Oysa onun derdi tektir: “Buradan kurtulmak istiyordum. Ulufer’le olmak istiyordum. Şiirlerimi basılı görmek istiyordum.”
Ulufer hiç şüphesiz biraz da bir kuşağın dramıdır. Sıkıştığı taşradan kurtulup büyük şehre gidip var olmaya çalışan birkuşağın, arayışları, çırpınmaları. Taşrada kaybolmuş şair, yazar adaylarının şartlara mahkûm oluşlarının bir romanı. Ve mağluplar daha çok. Kekeç bu yüzden başarılı olmuş İbrahimleri değil yenilmiş Mehmet Alileri seçmiş. Mehmet Ali aslında hiçbir şeyde kararlı değil. İstiyor ama bedel ödemeye razı değil. Ne şairliğinde ne aşkında ne kasabaya bakışında. Sündüs ve Cavidan ile ilişkilerinde de… Hep eşikte, arada bir yerde. Bu yüzden belki de yenilgisi kaçınılmaz oluyor. Şairliğinde ciddi olsa belki bir çıkış bulacak. Bir ara İsmet Özel’i keşfedişi bir çıkış gibi gözüküyor ama arkası gelmiyor. Özellikle cezaevine düşüşte tıpkı İsmet Özel gibi bir dönüşüm geçirecek intibaına kapılsak da bu olmuyor. Büyük aydınlanma, dönüş ve ısrar ile şiiri yakalayabilecekken, aslında iyi bir şair damarı, soyluluğu ve arayışı olmadığından bu fırsatı da kaçırıyor. Kasabadan sadece İbrahim bu çıkışı yakalıyor.
Kekeç kaleminibir kamera gibi kullanmış
Kekeç, romanında gösterişten ve süsten uzak, sade, yalın, dümdüz bir anlatımı tercih ederken, dolaysız anlatımı benimser. Tasviri, kişi çözümlemelerini iyiden iyiye azaltmış, tasviri sadece fiziki atmosfer yaratmada kullanmış. Anlattığı olaylara, nesnelere son derece tarafsız, soğuk bakarak diyalogları yorumlamamış, duygusal müdahalelerde bulunmamış. Buralarda da yansız tutumunu sürdürmüş. En sarsıcı dramatik insani durumlarda bile yalın, sakin, serinkanlı anlatımını korumuş. Onun görevi sadece olan biteni aktarmak olmuş. Bu nedenle kalemini bir kamera gibi kullanmış ve sinemanın olanaklarını romana taşımış. Sadece konuşma diliyle ve karşılıklı konuşmalarla oluşturduğu dramatik yapıyla romanını kurgulamış.
Özellikle “burun kanaması” bir devamlılık unsuru, bir leitmotif olarak romana çok şey katar: “Birden ılık bir ip, burnumun derinliklerinde…” Romanın en başarılı tekniklerinden biri bu devamlılık unsurudur ve oldukça işlevseldir. Roman biçimsel anlamda neredeyse tümüyle diyaloglara yaslıdır. Kekeç edebiyat yapmaz, doğrudan insanı merkeze alır. Gerçeğin, çıplak gerçekliğin metne aktarılmasından yana bir tavır koyar. Kestirmeden gider, hayatın ilk hâliyle ilgilenir. Dil, özellikle diyaloglarda gerçekçidir ve edebî değil, konuşma dilidir. Kekeç, biçim, kurgu ve yenilik peşinde koşmaz, biçimden çok özü önemser, anlatımda “sadeliği” tercih eter. Bu toprağın bir yazarı olarak çok iyi tanıdığı insanları romanına taşır. Ulufer, Ahmet Kekeç için edebiyat odaklı bir yazı hayatının ne kadar elzem olduğunu ortaya koyan bir belge niteliğinde.
Yeni yorum gönder