Cem Sancar’ın romanlarını anlatabilecek temel kelimelerden biri “arıza”dır. Arıza, bir yönüyle hüsranı diğer yönüyle muhalif kalmayı ve diğer bir şekilde de nefsini putlaştırmayı reddetmeyi tanımlar. Arıza, modern dünyanın zihni hadım eden sürecine karşı çıkmayı da karşılar. Sancar, arızalı tüm insanları bu ortak paydada buluşturarak yeni bir zemin bulmanın derdindedir.
Cem Sancar romanları hakkında yazmak hem kolay hem de zordur. Kolaydır çünkü gerçeği tüm açıklığı ile ifade eder, dolambaçlı yollara, gereksiz süslemelere, uzun tasvirlere tevessül etmez. Gördüğünüzde büsbütün bir resim canlanır kafanızda. Zordur çünkü her cümle adalet terazisiyle kurulur ve kelimenin ötesinde birçok anlam barındırır. Kelimelerin ve karakterlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde ince bir denge gözetilmiştir. Bir kahramanı yüceltmek veya gıcık kapılan bir karakterden intikam almak gibi düşünceler asla görünmez. Gazetecilik kökenli yazarların hayatla yüzleşmesi diyorum buna. O kadar çok hikâye biriktirirler ki bunlar zihinlerinde ağırlık yapar. Yazdıkları kadar yazmadıkları da vardır gazete, dergi sayfalarında. Bazen yazmak istedikleri formla yazdıkları form uyumlu değildir. Hele ki uzun form gazeteciliğin son nefeslerini verdiği günümüz dünyasında gerçek gazetecilerin romanlara iltica etmesini yadırgamamak gerekir.
Cem Sancar romanlarından söz etmek için evvela Cem Sancar’dan söz etmek gerekir. Onunla tanışmamız doksanlı yılların ortasında bir kitabıyla oldu. İmge Yayınlarından çıkan Vatan Yahut Ben, Aktüel’deki yazılarının cem edilmiş haliydi. Tüm yazılarını içeriyor muydu bilemem ama roman kumaşı o satırlarda kendini hissettiriyordu. Hemingway’le Marquez’in karışımı büyülü bir gerçeklik taşıyordu satırlardan. Bir roman değildi ama cümleler bir romandan çıkmış gibiydi. Suskun bir gözlemcinin keskin cümleleriydi. Aradan yıllar, uzun yıllar geçti, kitaplığımın rafında durdu Vatan Yahut Ben ve arada karıştırdım. Cem Sancar ise yaşadığından bile emin olmadığım bir masal kahramanına dönüştü.
Gazetecilik yapan bir arkadaşım Cem Sancar’la tanıştığını söylediğinde hafızamdaki kelimeler ve imgeler bir araya geldi. Yüz yüze ilk görüşmemiz Karaköy Parkı’nda oldu. Anlamlıdır zira o park Karaköy’de olmasına rağmen esasen Süleymaniye’yi görürsünüz. Bu metafor değildir, Cem Sancar’ın hayatının bir özeti gibidir, romanlarının da. Tarihi Yarımada'nın ve daha genel ifadeyle şanlı geçmişimizin en iyi görülebileceği noktalardan biri Pera’dır. Eğer Pera’nın ara sokaklarında kendiniz kaybetmediyseniz üst katlardan birinde derin bir tefekküre dalabilirsiniz. Bunun için aklıselimle zevki selimin yanı sıra kalbi selim de gerekir. İndiragandi ve Asmalımescit’te Cinayet romanları tam olarak böyle bir fonun önünde yükselir.
Cevaplar olmasa da aramaya devam
Sancar’ın romanlarını anlatabilecek temel kelimelerden biri “arıza”dır. Arıza, bir yönüyle hüsranı diğer yönüyle muhalif kalmayı ve diğer bir şekilde de nefsini putlaştırmayı reddetmeyi tanımlar. Arıza, modern dünyanın zihni hadım eden sürecine karşı çıkmayı da karşılar. Sancar, arızalı tüm insanları bu ortak paydada buluşturarak yeni bir zemin bulmanın derdindedir. İndiragandi bu gayretin manifestosu sayılabilir. Roman sayfalarına serpiştirilmiş hayat izleri temel derdin kurmacada bir hükümdarlık kurmak olmadığını fısıldar gibidir. Sadece gazete sayfalarından taşan hikâyelerin kalacak bir yere ihtiyacı vardır. Diğer yönden, ortada büyük bir dalavere ve suç ortaklığı vardır. Asmalımescit’te Cinayet bu yönüyle klasik bir polisiye olmanın ötesine geçer. Ortakları nispetinde büyük bir suç ve onun cezasız günleri ortaya serilir. Dünyada her sorunun cevabı olmayabileceğinin tevekkülü içindedir Sancar ama yine de cevapları aramayı ihmal etmez. Kalenderi bir derviş olarak heybesine aldığı hikâyeleri öfke sarmalına girmeden anlatmayı dert edinmiştir.
İndiragandi, kendi içinde bir adalet ve eşitlemenin adıdır adeta. Mademki dünya adil değildir o halde terazinin kefelerini dengelemek için bazı küçük numaralar çekenlere de insafsız davranmamak gerekir. Hakkından fazlasına tamah edenin bunun cezasını çekeceğine dair derin bir inanç besler.
Sancar romanları Yeni Türkiye olarak tanımlayacağımız sosyolojik devrimin öncü ayak sesleridir. Beyazların dünyasındaki çatırdamalar da, kavruk tenlilerin olaylara “ayılmaları” da romanların sayfalarında kendine yer bulur. Maskelerini evlerinde bile çıkarmaya cesaret edemeyen tipleri teşhir eder.
İstanbul’un alternatif tarihi
Pera’dan Süleymaniye’ye bakışta “şanlı geçmiş” şarabından bir damla dahi almaz zinhar. Pera’nın “putlarına” olduğu kadar mimariyle özdeşleşen eskinin “putlarına” da mesafeli durur. Ona göre bakılacak yer makam, mevki veya taş kâğıt değil kalptir. Kalpler birleşebilirse meseleler hallolabilir. Yoksa övündüğümüz her şey birbirimiz arasında mesafedir.
Sancar romanlarının İstanbul’un alternatif tarihi olarak okunması da mümkün. Ancak en çok filmlere yakışır. İçlerindeki yaşayan karakterler ve arızaları Dostoyevski’nin Rusça aracılığı ile dünyaya armağan ettiği klasiklere benzer.
Romanları okumak için en güzel mekân Karaköy Parkı olacaktır. Sabahın erken saatlerinde, İstanbul daha uyanmadan okumaya başlamanızı tavsiye ederim. Kahramanlar birer ikişer etrafınıza sökün edecek ve konuşmaya başlayacaklardır hemen: Abi var ya...
Sancar, Pera’da geçen yıllardan sonra anlattığı iki dünyayı Pera’yı ve İstanbul’u bir arada görebilmek için Kınalıada’ya taşınmıştı. Uzun süren uzlet döneminin ardından şehre dönüş yaptı. Pera’ya ve tarihi yarımadaya çok da uzak olmayan bir yerden bakmaya devam ediyor. Arıza, devam ediyor.
Yeni yorum gönder