Önce hikayenin kendisi geldi: İnsanı sarsan, afallatan, duyunca elini ayağına dolaştıran bir hikayeydi. 1970‘lerde Amerika’da iki albüm çıkaran ve albümleri neredeyse bir elin parmakları kadar satan folk şarkıcısı Sixto Diaz Rodriguez, başarısız müzik kariyerinin ardından inşaatlarda işçi olarak çalışmaya başlamış lakin yıllar sonra şarkıları dünyanın öbür ucunda, Güney Afrika’da keşfedilmişti. Yerli halka tepeden bakan ırkçı beyazların mezalimine muhalefet edenler sokaklara dökülüyor ve onun şarkılarını hep bir ağızdan söylüyorlardı. Afrika’daki dinleyicileri Rodriguez’in uzun süre önce öldüğünü, sahnede kendini yakarak intihar ettiğini sanıyordu; inşaatlarda çalışmayı sürdüren Rodriguez’in ise albümlerinin orada milyonlarca sattığından haberi yoktu hiç. Ta ki bir gazeteci hikayeyi araştırıp Rodriguez’i derma çatma kulübesinde bulana dek.
Sonra, bir tür hüzünlü aşk hikayesine benzeyen bu olaylar silsilesine eşlik eden şarkı, Rodriguez’in Sugar Man’i geldi. Hele bir de hikayeyi bilerek dinleyince insanın gözünden yaş getiren güzellikte bir parçaydı bu. Türkiye’deki kardeşi Müslüm Gürses gibi, seçkinler tarafından küçümsenip sokaktaki adamın baş tacı ettiği şarkıcıların sahici sesi ve tevazusu vardı Rodriguez’de, dinleyince anlıyordunuz. Efendi adamdı, cilayla, kendini pazarlamakla işi olmadığı aşikardı. Onun hikayesini anlatan ve bu ay İstanbul Film Festivali’nde gösterilecek Searching for Sugarman / Bir Şarkının Peşinde’yi seyrederken, belgeselin yıldızı Sugar Man’de başka bir kahramandan, Bartleby’den de izler olduğunu düşünmeden edemedim.
Böyledir işte, dedim; kimileri başarıyı hiç önemsemez, peşinden koşmaz sahne ışıklarının ve yine de başarı gelip o kişiyi saklandığı delikte bulur. 50’li yaşlarındaki Rodriguez’i yaşadığı kasabaya dek takip eden belgeselciler, yıkılacak binalardaki ağır eşyaları taşıyarak hayatını kazandığını öğrenmişlerdi. Yoksuldu, para kazanma umudu da yok gibiydi Rodriguez’in. Şarkılarının Afrika’da milyonlarca insanın ağzında marş olduğunu duyunca gülümsüyordu lakin utangaç bir gülümsemeydi bu. Şimdiki hayatından memnun bir hali vardı. Mutsuzluğunu gizlemekte uzmanlaşmış olabilirdi belki de.
Kim Bartleby gibi harcanıp gitmek ister?
Bu kişisel pazarlama çağında Rodriguez’i ne yapacağız? Bartleby’i ne yapmıştık? Melville’in hikayesinin sonunda taş kalpli değilsek ağlarız çünkü ona önce merak, sonra kızgınlık ama çoğunlukla şefkatle yaklaşan anlatıcımız Bartleby’den ayrılırken adam Wall-Street’in para kazanılan bürolarında değil, bir hapishanenin avlusunda duruyordur. Hayatı başarılı olmayı önemsemeyerek, para kazanmaya boşvererek geçmiş bu adamın öyküsünde çarpıcı olan şey biraz da bizim başarı fikriyle fazla meşgul olduğumuzu hissetmemiz ve bunu hiç önemsemeyen birinde kendi en çıplak halimizi görmemizdir herhalde. Sugar Man’de de aynı şey var: Afra tafradan azade bir hayat, her gününü bir sonrakinde hayatta kalmak için çalışarak geçirmeye itiraz etmeyen bir kişilik, filmin unutulmaz bir sahnesinde kaldırımları kaplayan kara bata çıka yürüyen, halinden memnun, uysal bir ruh.
Ama günün sonunda kim Bartleby gibi harcanıp gitmeyi ister? Hiçbir şeyi yapmamayı tercih ederek dünyadan göçmek acaba hakikaten de iyi bir şey mi? Sugar Man’i seyrederken, ister şirkette yönetici ister işsiz genç öğrenci olun, böyle bir hayat muhasebesine girişiyorsunuz. Şarkının sözlerinde Rodriguez, “Sen sorularımı ortadan kaldıran cevapsın.” dese de bu film seyirciye bir cevap değil, Bartleby gibi koskocaman bir soru işareti veriyor.
Belgeselini yapanların hikayesi de Rodriguez’inki kadar tatlı. Çekim yapmak için buldukları iki kuruş paranın kısa sürede tükenmesi, eldekiyle yetinmek zorunda kalıp söyleşileri cep telefonu aracılığıyla yapmaları, sonra filmi Sundance’de gösterince halkın kalbini kazanıp hem kendi filmlerini hem de Rodriguez’i bütün dünyada üne kavuşturmaları... Bunların hepsi filmin anlattığı hikayenin masalsı havasından izler taşıyor. Son sahnede Sugar Man’in İsveçli yönetmeni Malik Bendjelloul, Akademi Ödülleri töreninde sahneye çıkıp en iyi belgesel film Oscar’ını alıyor. Bu bir mutlu son olabilir mi? Rodriguez, “yönetmenin başarısına herhangi bir biçimde gölge düşürmemek için” törene katılmadığını iletiyor töreni izleyen milyonlarca insana.
Belki de hayatında bir daha bu kadar çok dinleneceği, sevileceği, alaka göreceği bir yıl olmayacak. Ama Rodriguez yine de uzaktan çakıyor selamını, herhalde töreni evinde pijamalarıyla seyrediyor, ya da radyodan dinliyor. İnsan yine ona hayran olmakla kızmak arasında kalıveriyor işte. İnsanı soyluluğuyla küçük duruma düşüren bir tür küstahlık var bu karakterlerde ve biz küstah olabildikleri için seviyoruz onları; küstahlıklarının ucu bize dokunduğu için tahammül edemiyoruz onlara.
Bu festivalde “izleyeceğiniz” kitaplar
Baharın gelişi, İstanbullu pek çok sinemasever için ayrı bir anlam taşır. Nisan geldi mi, güzel havalar kadar güzel bir şey daha gelecektir nitekim şehre: İstanbul Film Festivali. Lakin bu kez film festivali, sizin gibi edebiyatseverleri iki kez sevindirecek. Çünkü, kitaplardan uyarlanan filmlerin yer aldığı, festivalin en kıdemli bölümlerinden “Edebiyattan Beyazperdeye” bu yıl yeniden canlanıyor!
Vasil’ Bykaw'ın In the Fog (Siste) romanından,François Mauriac'ın Thérèse' Desqueyroux'suna; Henry James’in 1897’de yayımlanan Maisie'nin Bildiği'sinden, Lars Kepler'in Hipnozcu'suna kadar pek çok romanı festivalde, “Edebiyattan Beyazperdeye” bölümünde izleyebilirsiniz. Üstelik, “Edebiyattan Beyazperdeye” bu filmlerle bitmiyor: Victor Hugo'nun Gülen Adam'ı, Anthony Bruno'nun Katil'i ve Pascal Mercier'in Lizbon'a Gece Treni'si de “izleyebileceğiniz” kitaplar arasında.”Edebiyattan Beyazperdeye" bölümüne dahil olmasalar da, roman uyarlaması olan iki filmi de es geçmeyelim tabi: Joyce Carol Oates'un aynı adlı romanından uyarlanan Can Ateşi ve Kevin Power’in Bad Day In Blackrock (Karakaya'da Kötü Gün) adlı romanından uyarlanan What Richard Did / Ne Yaptın Richard?.
Bu filmleri tek tek izleyemeyecekseniz, sakın üzülmeyin. Önümüzdeki ay SabitFikir'de biz sizler için değerlendiriyor olacağız!
Yeni yorum gönder