Jeff Vandermeer’ın Southern Reach üçlemesinin Türkçeye çevrilmesi ve ardından bu serinin ilk kitabı Yok Oluş’un (Annihilation) sinemaya uyarlanmasıyla, tartışmalarımızı China Miéville’in eserleriyle kısıtladığımız bir türün, “yeni tuhafkurgu”nun Türkçedeki kapsama alanı da genişlemiş oldu. Temelleri genellikle Lovecraft’ın korku/fantastik/bilimkurgu harmanı öyküleriyle özdeşleştirilen ama sınırlaması o kadar da basit olmayan tuhafkurgunun 2000’li yıllarda dönüşerek vardığı yerde ön plana çıkan bu iki yazarın eserleri, günümüzde başka dünyaların nasıl tahayyül edildiğini değerlendirmemiz ve en genel haliyle fantastiğin geçerliliğini nasıl koruduğunu görmemiz için bize fırsatlar sunuyor.
Bir spekülatif kurgu deryası olan “tuhafkurgu”nun, tanımının bile Türkçede yerleşmediğini düşünürsek, başına getirdiğimiz “yeni” sıfatıyla nelerin dönüştüğünü görmek beraberinde farklı sorunlar doğuruyor elbette. Yine de en yaygın hatlarıyla üzerinden geçersek, başkahramanın/anlatıcının içine kapanık dünyasının kapılarının daha çok aralandığı, klasik korku ya da bilimkurgunun klişelerinden uzaklaşarak postmodern zamanların yeni, değişken, müphem, “tuhaf” faktörlerinin daha çok yer kapladığı, bir yüzyıl öncesine göre daha kaotik, daha çok-sesli, arka planında sosyal bilimlerin daha çok yer kapladığı, bakış açısı daha geniş, politik söylemlerin belirleyici hale geldiği bir kurguyla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başları arasında konumlandırabileceğimiz dekadan, sürrealist, sembolist türlerin yerine steampunk, biyopunk, cyberpunk gibi tanımlar geçtikten sonra, 2000’li yıllarda artık “tuhaf” diye nitelendirdiğimiz mekan, karakter ve anlatıların kendi içinde ayrı bir yolculuğa çıktığını görmek mümkün. İşte Jeff Vandermeer ve China Miéville, bu süreci takip edebileceğimiz iki önemli yazar.
Demir Konsey romanında “devrim” kavramını, isyanı, dayanışmayı öne çıkaran Miéville, bize kendi yolunu kendi çizen bir trenin öyküsünü anlatmıştı. Yeni yayımlanan Demirdenizi romanı ise, aynı siyasi karakteri bu derece doğrudan bir şekilde taşımamakla birlikte, bize yine bir trenin, bir demiryolunun distopik öyküsünü anlatıyor. Kitabın finalindeki teşekkür bölümünde Strugatski kardeşlere saygılarını sunmayı ihmal etmeyen Miéville’in bu romandaki en büyük ilham kaynaklarından birinin, tuhaf bir “enkaz” öyküsü etrafında temellenen bir bilimkurgu klasiği olan Uzayda Piknik romanı olduğu, metin boyunca direkt atıflarla görünür hale geliyor. Miéville de bize bir enkazın, harabenin keşif öyküsünü anlatıyor. O enkazın başka dünyalara bir yol açıp açmadığını göreceğimiz, bilinmeyeni bol bir denklem kuruyor.
Demirdenizi’ne adını veren dünya, “engin ve çeşitli bir tren ekosistemi,” demiryollarıyla örülü bir diyar. Bu raylar diyarında kahramanımız Sham’ın karşısına çıkan gizemli bir tren enkazı da, o dünyanın neden bir distopya olduğunu gösteren detaylar barındırıyor. Çünkü nereye gittiği bilinmeyen bir trenin enkazı bu. Daha güzel bir dünyaya, romanda bahsedildiği gibi “cennete” mi yoksa bilinmeyen bir dünyanın, karanlığın kalbine mi? Rayların çıkmaz dünyasının, kendi içine kapalı sisteminin bir çıkış noktası, bir öte-diyar var mı? Demirdenizi’nden ötede bir şeyin olduğuna dair bir düşüncenin bile tabu olduğu bir dünyada, birbiriyle kesişen rayların tanımladığı o kaotik ama “mantıklı” diyarda, meçhule giden bir yol olduğunun kanıtını, tüm o demiryolu ağının bilinmeyen bir noktasında bir açık olduğunun delilini buluyor Sham, ama o delilin nasıl kullanılacağı, bunun nasıl bir başkaldırı öyküsüne dönüşeceği de romanın gizemli ve sürükleyici yapısının temelini oluşturuyor. Sham ve beraberindekiler bir enkazın içinden çıkan bir umudun peşine takılıyor. “Demirdenizi dünyasının büyük, muazzam bir bozgunu”na doğru, dönüşü olup olmayacağı belirsiz bir yolculuğa çıkıyorlar. Bu yolculukta yalnız değiller, çünkü o umut kanıtının peşinde davetsiz misafirler ve tuhaf ev sahipleri de var. Nihayetinde, Miéville’in şapka çıkardığı eserlerden biri olan Gormenghast serisinin kahramanı Titus Groan misali, bu serüven Sham’ın sıradan bir karakterden kahramana dönüşmesini sağlayan, fantastik bir yolculuk hüviyeti kazanıyor.
Southern Reach üçlemesinin ilk romanı Yok Oluş da, (Alex Garland’ın film uyarlamasının aksine) isimsiz birinin, “biyolog” ismiyle tanıdığımız, tıpkı yanındaki antropolog, haritacı ve psikolog gibi, uğraştığı bilim dalıyla isimlendirilen bir karakterin “dönüşüm” geçireceği bir öykü anlatıyor. Lovecraft’ın Deliliğin Dağlarında eserinin ilerlediği yolu daha komplike hale getirerek ve yukarıda tanımladığımız şekilde, başına “yeni” sıfatını ekleyerek nitelendirebileceğimiz bir tuhafkurgu romanına imza atıyor. Film uyarlaması romanın temel taşlarına neredeyse yer vermediği için eserin (üçlemenin diğer kitapları Yetki ve Kabulleniş’i de hesaba katarsak) tuhafkurgu türünün geçirdiği dönüşümü yansıtma potansiyelini görmek için romanın kendisine odaklanmak gerekiyor.
Demirdenizi’ndeki gibi, başka bir dünyanın kökeninin nerede olduğuna eğilen, kimliğimizin bittiği yerin aslında gerçek kimliğimizin, şahsiyetimizin başladığı yer olup olmadığını irdeleyen bir öykü anlatıyor Vandermeer. X Bölgesi’ne yapılan “bilimsel” yolculukta, uygarlığın egemen olmakta çaresiz kaldığı, insanlığın hem kendine hem de “öteki”ye hâkim olmakta umutsuz kaldığı ve canavarlar yarattığına şahit olduğumuz bir öykü bu. Vandermeer, Yok Oluş’ta başlattığı döngüyü üçlemenin diğer eserlerinde devam ettiriyor ve o da tıpkı Miéville’in yaptığı gibi, insanın kendi eliyle inşa ettiği uygarlığın çıkmazlarını, açıklarını ve girdaplarını yansıtıyor. “Yeni tuhafkurgu” bize korku, bilimkurgu ve fantastik edebiyatın karanlıkta kesişen yollarını gösteriyor.
Film vs. Kitap (Ready Player One vs. Başlat)
Okurların dikkatine: Bu bölüm kitabın ve dizinin konusunu açık etmektedir.
1. Kitabın ve filmin en kritik kısmı şüphesiz ki karakterlerin, sanal gerçeklik oyunu OASIS’in hâkimiyetini ele almak için yarıştıkları anahtar oyunu ve bu kısımlar orijinal metin ile senaryo arasında muazzam farklılıklar gösteriyor. Örneğin, Bakır Anahtar kitapta Joust oyununda üç round üzerinden yapılan bir müsabaka sonucunda elde edilirken, filmde bir araba yarışı sonucunda ulaşılıyor. Yeşim Anahtar’a kitapta Zork oyununu oynayarak ulaşılırken, filmde Halliday’in aşkını ilan edemediği Kira’yla dans etmek gerekiyor. Sonuncu anahtar olan Kristal Anahtar ise kitapta Rush’ın efsanevi albümü 2112’nin dünyasındaki sunağa bir gitar götürülerek elde edilirken, filmde bu ödüle ulaşmak için Adventure adlı oyundaki Paskalya yumurtasını bulmak gerekiyor.
2. Kitap ağırlıkla 80’ler ve 90’lar nostaljisi üzerine kuruluyken, Spielberg 2000’lerden de geek kültüründen bolca karakteri filminde kullanıyor.
3. Ana karakter Wade’in gündelik hayatta neler yaptığı, nasıl bir eğitim aldığı ve haliyle de gördüğümüz dünyanın tam olarak nasıl yönetildiği kitapta uzun uzun açıklanırken, film buraları es geçiyor. Wade’e kitap boyunca yol gösteren Anorak’ın Almanak’ı da filmde kullanılmamış; karakter bulmacaların çoğunu kendi başına çözüyor.
4. En büyük değişikliklerden biri de, kitabın ana karakterlerinden Art3mis’in geçmişi. Kitapta çok iyi bir OASIS oyuncusuyken filmde buna ek olarak gerçek hayatta Direniş’in bir parçası – ki Direniş kanona filmde yapılan bir ekleme.
5. Görevleri gerçekleştiren beş ana karakterden Daito aslında kitabın finaline ulaşılamadan öldürülüyor. Filmde ise bu değiştirilmiş ve Daito diğer dört arkadaşıyla birlikte OASIS’ın paydaşlarından biri oluyor.
Kısa kısa haberler...
- Birkaç ay önce Christopher Tolkien, Tolkien Vakfı’nın başkanlığını bıraktığında vakıfta nasıl değişiklikler olacağı konuşulmaya başlanmıştı. Yıllardır babasının işlerine sıkı sıkıya sahip çıkıp Silmarillion, Bitmemiş Öyküler ve Hurin’in Çocukları gibi kanonik eserlerin editörlüğünü yaparak okurlara kazandıran Tolkien, görevinden ayrılır ayrılmaz, Yüzüklerin Efendisi’nin dizi hakları 1 milyar dolar gibi akıl almaz bir bütçeyle Amazon’a satılmıştı. Ancak görünen o ki Tolkien bu süreç içerisinde Orta Dünya üzerine çalışmayı (tabii ki) bırakmamış, zira nisan başında Hurin’in Çocukları, Beren ve Luthien ile Orta Dünya Üçlemesi’ni oluşturan son kitap Fall of Gondolin duyuruldu. Ağustos ayında çıkması beklenen eserin Christopher Tolkien’in editörlüğünü üstlendiği son Tolkien kitabı olması bekleniyor. Elveda ve bütün o balıklar için teşekkürler Christopher!
- Edebiyatın rock starı Neil Gaiman, bir hayalini daha gerçekleştirmek için çalışmalara başladı. Mervyn Peake’in modern gotik klasiği Gormenghast Üçlemesi’nin televizyon uyarlamasını yapmak için haklarını satın aldı. 2000’de BBC’nin dört bölümlük mini dizi olarak uyarladığı eserin başrollerinde Tudors’tan tanıdığımız Jonathan Rhys Meyers’ın yanı sıra Christopher Lee ve Stephen Fry gibi usta isimler de vardı. Gaiman’ın halihazırda Bad Omens (Kıyamet Gösterisi) mini dizisi ve ardından da American Gods’ın (Amerikan Tanrıları) ikinci sezonu için başyazarlık yapacağı düşünülürse, Gormenghast’ı sanırım biraz beklemek zorunda kalacağız.
- Stranger Things televizyon ekranlarına geldiğinden beri başarıları sayesinde en çok konuşulan işlerden biri. Ancak bu kez gündeme gelmesinin sebebi bu başarılar değil. Dizinin başyazarları Duffer Kardeşler, dizinin fikrini başka bir yazardan çalmakla suçlanıyor. İntihal olduğunu iddia eden eser sahibi de Charlie Kessler adında bir sinemacı. Kessler’in 2012 tarihli kısa filmi Montauk, Montauk Film Festivali’nde ödül kazanmış. Kessler, 2014 yılında Dufferlar ve menajeriyle oturup kısa filmini bir diziye dönüştürmeyi konuşmuşlar ancak ikiliden bir daha geri dönüş olmamış ve fikrin beğenilmediği varsayılmış. Ancak 2016’da Stranger Things gösterilmeye başlanınca işin aslının böyle olmadığı ortaya çıkmış. Bu iddialara ek olarak Dufferların projeyi Netflix’e Montauk ismiyle sattığı da biliniyor. Netflix ve Dufferlar henüz konuyla ilgili bir açıklama yapmazken dizinin geleceği ile ilgili de güncellemeler verilmiyor. Ne diyelim, Demogorgon ayrıntıda gizlidir!
Görsel: Akif Kaynar
Yeni yorum gönder