Ray Bradbury, “Yakmak bir zevkti,” diyordu Fahrenheit 451’in ilk satırında. Neil Gaiman da bu distopyaya yazdığı önsözde, romanın bir uyarı niteliği taşıdığını ve bir nevi “Bu böyle sürerse…” öyküsü anlattığını belirtiyordu. Bu distopyadan etkilenmiş olacak ki, Lidia Yuknavitch de Dünyanın Sonundayız adlı post-apokaliptik bilimkurgu romanına “Yanmak sanattır,” diye başlıyor. “Yanmak/yakılmak” temasını merkeze aldığı ve asıl odağında, bünyesinde efsane ve gerçeğin bir araya geldiği Jan Dark’ın olduğu bir öykü anlatıyor. Dünyanın geleceğine dair bir uyarı diyebiliriz, bir cezalandırma belki, ibretlik bir öykü…
Feminist ve ekolojik yanlarıyla öne çıkan, hikaye anlatıcılığının kendi hikayesini anlatmak bağlamında edebiyatın bizatihi hamuruyla yoğrulan bu romanı okurken, öncelikle Ursula K. Le Guin’i (mesela Anlatış romanını), yer yer Margaret Atwood’dan Damızlık Kızın Öyküsü’nü ve Doris Lessing’den Şikeste’yi, distopik çerçeve kapsamında daha erken bir örnek olan Katharine Burdekin’in Swastika Geceleri’ni ve nokta atışı mistisizm göndermelerinde Arthur C. Clarke’ın bilimkurgu eserlerini anmak mümkün. Böyle yüksek bir paslaşma yüzdesi var Yuknavitch’in ama bu romanın özgünlüğünün gücü, modernlik ve kültür eleştirisinde, ölüm ile varoluş, doğa ile uygarlık ilişkilerinin detaylıca çözümlenmesinde, “neden hikaye anlatırız?” sorusuna aranan muhtemel cevaplarda yatıyor.
Yuknavitch, 2049’da artık ölmekte olan Dünya ile onun kaynaklarından beslenen ve bir diktatörün hükmü altında olan CIEL’de yaşayan iki kadın kahramanın iç içe geçen öyküsünü anlatıyor. CIEL’deki Christine, son ve en büyük eseri üzerinde çalışan bir deri grefti uzmanı, yani bir beden edebiyatçısı, ten hikayecisi, deri öykücüsü, görsel tuvallere dönüştürülmüş (ama alışıldık insani özelliklerini de başka bir dönüşüm esnasında yitirmiş) insan bedenlerinin yazı sanatçısı. CIEL’deki bedenler bembeyaz, tüysüz, cinsel organlardan yoksun, artık neredeyse hiçbir şeye tepki veremiyorlar. Christine ise hikaye anlatarak insan kalmaya çalışanlardan biri ve onun anlattığı en önemli hikaye de Jeanne’a ait. Bir “eko-terörist” olduğu için yakılan ama dirilerek dönen ve bir distopyaya umut aşılayacak olan Jeanne’a: “Hikayesi dünyayı sarsan kadın. Onun öldüğünü söylüyorlar… Ama insanlar her şeyden bir inanış çıkarır -özellikle de iyi bir hikaye sunulursa- ve ben… o kadına inanmak istiyorum.”
CIEL’deki faşist diktatör Jean de Men ise, “savaşa tapan bir şarlatan.” Christine ve Jeanne’ın birleşen öyküleri bir yumruk olup deviriyor Jean de Men’i. İntikam, isyan ve özveriden oluşan dramatik üçgen, bu iki kadının roman boyunca başrolleri değişen anlatılarında, kadın, beden ve tarih/hikaye üçgeniyle kesişiyor. Kadınların anlatısı erkeğin o karanlık, yaşanmaz hale gelmiş, kirli, yozlaşmış, ölümcül dünyasının geçmişini aktarıyor bize ki zaten bildiğimiz, farkında olduğumuz bir şimdiki zamanın anlatısı bu. Ama Gaiman’ın Fahrenheit 451 için bahsettiği gibi, “uyarı” da bu noktada devreye giriyor. İnsana ait olan her şeyin toptan kaybı çok yakın diyor bu roman; kültürün, uygarlığın kaybı ve elbette üremenin de kesilmesiyle birlikte, varoluşun kaybı.
Bu kitaptaki iki kadın kahramanın temelinde iki tarihi figür var. Christine karakteri, geç Ortaçağ’da yaşamış ve feminizmin öncülerinden olduğu kabul edilen yazar ve şair Christine de Pizan. Bu roman bağlamında bizi en çok ilgilendiren ayrıntı, Pizan’ın zamanında Jan Dark’ın öyküsünü bir şiir biçiminde aktaran kişi olarak tarihe geçmesi ve bunun aynı zamanda yazarın son büyük eseri olması. Jeanne da aşikar biçimde Jan Dark’ın öyküsünün uyarlandığı, yeni anlamlar yüklenerek yansıtıldığı kahramanımız. Yozlaşmış erkek dünyasının tüm kötülüklerinin vücut bulduğu Jean de Men ise, zamanında Christine de Pizan’ın kadın düşmanı olmakla suçladığı, 13. yüzyılda yaşamış olan Fransız yazar Jean de Meun’dan esinlenilmiş.
Sonuçta Yuknavitch, bir efsane yazıyor, bir tarihi yeniden yazıyor, kadın kahramanına yazdırıyor, bedenine anlattırıyor. Beden ile ruh arasındaki uçurumdan koskoca bir özümüze geri dönüş destanı çıkarıyor. Toprağa, maddeye, enerjiye bakmaya davet eden, gittiğimiz yeri olduğu kadar geldiğimiz yeri de düşündüren, dünyanın sonunda olduğumuzu gösteren bir manifesto: “Bir direniş efsanesi doğuyor, bir anda anlıyorum: Sonu bir kızın elinden olan dünya.”
Mars’ta hayat?
Çağımızın en önemli yatırımcılarından Elon Musk, 6 Şubat’ta yaptığı çığır açıcı hamlesiyle yine gündemi değiştirdi. SpaceX Falcon Heavy roketi başarılı bir fırlatma sonucunda Mars’a doğru yola çıkan bir Tesla marka otomobili uzaya gönderdi. Böylece Musk’ın “geek” kültürüne olan tutkusu da kendini gösterdi. Üstü açık bu kırmızı arabanın koltuğunda oturan manken astronotun adı Starman. Tahmin edebileceğiniz gibi bu isim David Bowie’nin aynı ismi taşıyan ve bilimkurgu esintileri taşıyan şarkısından geliyor. Fırlatma esnasında fonda Bowie’nin Life on Mars şarkısının çaldığını da belirtmek gerekir.
Musk’ın bir diğer hamlesi de direksiyonun yanındaki bölüme “Don’t Panic” (Paniğe Kapılma) yazması oldu. Bu da tabii ki Musk’ın çok sevdiği Douglas Adams’ın Otostopçunun Galaksi Rehberi serisine küçük bir selamlama. Musk’ın Otostopçu göndermeleri bununla da sınırla değil. Görüntülerde görünmese de arabanın içinde üzerinde yine “Don’t Panic” yazan bir havlunun da uzay boşluğuna gönderildiği söylendi.
Bu geek’liğine ek olarak Isaac Asimov’un Vakıf, Vakıf ve İmparatorluk ve İkinci Vakıf’tan oluşan orijinal Vakıf Üçlemesi’ni de özel ürettirdiği ve Arch olarak adlandırdığı veri depolama aygıtıyla uzaya ve belki de sonsuzluğa göndermesi de Musk’ın türe olan sevgisinin bir göstergesi. Musk’ı yaptığı bu doğru tercihlerden ötürü kutlamak gerek!
Kara Panter’in dönüşü
Marvel’ın sinema evreni, 21. yüzyıl popüler kültürünün mihenk taşlarından biri. Ang Lee’nin Hulk’uyla başlayan ve Iron Man’le yükselişe geçen “franchise” tabiri caizse her geçen gün yaptıklarının üstüne koyarak bu modern destanı daha da genişletiyor.
Black Panther da, bu filmlerin son halkası ve şüphesiz ki en farklılarından biri. Bu evrene Captain America: Civil War filmiyle giren Wakanda kralının kendine ait bu macerası pek çok açıdan bir ilk. Marvel daha önce Netflix’le birlikte yaptığı Luke Cage dizisiyle siyahi bir karaktere ait ilk şovunu yayınlamıştı ancak Black Panther bu bağlamda ele alınabilecek ilk film. Bunun yanı sıra Afrika’nın hayali -yine de en zengin- ülkesi olan Wakanda’nın halkı da göz önünde bulundurulunca kadronun önemli bir kısmını siyahi oyuncular oluşturuyor. Hatta kamera arkasında çalışan teknik ekip dahi ağırlıklı olarak siyahi çalışanlardan oluşuyor. Üstüne üstlük filmin müziklerini de rapçi Kendrick Lamar’ın yapması, Marvel’ın bu konuya ne kadar titizlendiğinin bir göstergesi sanki.
Ama bir karakter olarak Black Panther’ın son zamanlarda bu kadar adından söz ettirmesi tesadüf değil. Yeni başlattıkları çizgi roman serisinde de yazarlarından taviz vermiyorlar. Ulusal Kitap Ödüllü Dünyayla Benim Aramda’nın yazarı Ta-Nehisi Coates ile henüz dilimize kazandırılmamış olsa da Hugo ve Nebula ödüllü pek çok kitaba imza atmış yazar Nnedi Okorafor, karaktere, anlattıkları hikayelerle can vermeye devam ediyor.
Rise of the Black Panther'in birinci albümünün kapağından...
Dizi vs. Kitap (Altered Carbon vs. Değiştirilmiş Karbon)
Okurların dikkatine, spoiler uyarısı! Bu bölüm kitabın ve dizinin konusunu açık etmektedir.
- Dizinin en nevi şahsına münhasır karakterlerinden olmasının yanı sıra bir yapay zeka olan Poe ve Kuzgun Oteli, kitapta Hendrix. Oteldeki odalar da isimlerini Jimi Hendrix’in şarkılarından alıyor.
- Raelene ve Takeshi kitapta kardeş değiller. Hatta akraba bile değiller.
- Takeshi’nin de bir parçası olduğu elçiler (envoy’lar) dizide gösterildiği gibi asi ya da siyasi direnişçi değil, elit seviyede paralı askerler. Ayrıca Takeshi kitapta son elçi değil.
- Kitapta Bancroft ailesinden yalnızca iki üye gösteriliyor: Laurens ve Miriam. Haliyle dizide kritik bir rol oynayan oğul Isaac kitaptaki kurgunun bir parçası değil.
- Dizide olduğu gibi Kristin Ortega pek çok olayda kilit bir öneme sahip değil. Başrolden ziyade yan karakter gibi.
Kısa kısa...
- Hayali dahi mümkün olmayan bir kombinasyon gibi görünse de, Game of Thrones’un yaratıcıları David Benioff ve D. B. Weiss, şimdikinden farklı bir Star Wars üçlemesinin hem yapımcılığını hem de senaristliğini üstlenecek. Daha ne isteriz?
- DC’nin sinema evreninden bağımsız olacak ve Hangover serisinin yönetmeni Todd Phillips’in yönetmenliğini üstleneceği Joker filmi için başrol olarak Joaquin Phoenix’in adı geçiyor. Jack Nicholson, Heath Ledger ve Jared Leto gibi yıldızların canlandırdığı ve çizgi roman tarihinde tüm zamanların en önemli kötü adamlarından biri olan karakter, yine hak ettiği değeri görecek gibi.
- 2013’te gösterilen ve Doctor Who’nun ellinci yıl özel bölümü olan The Day of the Doctor, o dönem büyük tartışmalara sebep olmuştu. Bunun temel sebebi de dizinin mitolojisinde daha önce adı dahi anılmayan Sir John Hurt’ün canlandırdığı Savaş Doktoru’nun adeta bir son dakika çözümü gibi ortaya çıkarılıp seriye dahil edilmesiydi. Halbuki bu çözümü bulmadan önce dizi sorumlusu Steven Moffat, Dokuzuncu Doktor’u oynayan Christopher Eccleston için yazdığı ama oyuncunun oynamak istemediği için çekilemediği bir senaryo kaleme almıştı. İşte söz konusu senaryonun bir kısmı ilk kez bir yardım kampanyasına özel olarak gün yüzüne çıktı. Dizinin hayranları artık gerçekten ne yapılmak istendiğini ve Doktor’un bu büyük savaşta nasıl bir yol izlediğini öğrenebilecek.
Görseller: Akif Kaynar
Yeni yorum gönder