Hızır’la Kırk Saat, Sezai Karakoç’un kitapları içinde çok ayrı bir yerde duruyor. Aslında sadece Karakoç’un kitapları arasında değil de, bütünüyle şairin yazdığı şiirin çok dışında, başka bir yerlerde… Bir tür uzun dua gibi gelmiştir bana Hızır’la Kırk Saat. İlk ne zaman okudum bu kitabı tam olarak hatırlamıyorum ama bazı bölümleri gayri ihtiyari bir şekilde ezberlemişimdir.
Karakoç, Hızır’la Kırk Saat’teki şiirleri, kitaptaki kırk şiir gibi kırk günde Yenikapı’da denize bakan bir kahvehanede yazdığını söyler hatıralarında. Bu anlamda tamamen ilhamla yazılmış uzun bir şiiri andırır kitap. Hatta uzun bir şiir olmakla birlikte sanki Mevlana’nın testi metaforunda olduğu gibi, dolan bir testi çatlayıp kırılmıştır, şiirler çağlamaktadır…
40 rakamının kültürümüzde önemli bir yeri var; 40 Hadis, 40 hatim, ölünün 40’ıncı gecesi… Bütün bunlarla birlikte 40 bir olgunluk yaşıdır da. Karakoç’un Hızır’la 40 saat geçirmesinde hem kendi hayatı hem de şiiriyle vurgulamak istedikleri arasında derin bir bağ olduğu düşüncesindeyim. Karakoç bu kitaptaki şiirlerle birlikte daha önce yayınladığı Körfez, Şahdamar ve Sesler adlı kitaplarındaki (sonra bu kitaplar tek bir kitapta toplandı) şiirlerden de ayrılır. Başka bir lisanın peşine düşer.
Şair öyle bir yere gelmiştir ki, dünyayla bir hesaplaşma içine girmiştir. Sanki duvarlar karşısına dikilmiştir, öyleyse ya o duvarların üzerinden atlayacaktır ya da kıracaktır duvarları. Hangi şair, hangi şiirinde dünyayla hesaplaşmaz ki. El hak öyledir. Bana kalsa Türkçenin en sessiz şiirleri bile direniş şiirleri gibi okunabilir. Kendi adıma bu tip sınıflandırmaların hep karşısında oldum zaten. Edebiyat tarihi yazanların ya da akademideki sınıflandırmanın okurda bir karşılığı yok. Misal, Necip Fazıl’ın Sakarya Türküsü ne kadar hamasi bir şiirse bana kalsa Ziya Osman’ın Beyaz Ev şiiri de o kadar hamasidir.
ŞAİRDEN BEKLENEN KAHRAMANLIK
Edebiyatımız şiir söz konusu olduğunda düşüncenin ve siyasetin at koşturduğu bir sahaya dönüşüyor. Eskiden beri şairlerden bir kahramanlık bekliyoruz. Şairler de buna zorlanıyorlar sanırım. Hep bir büyük eser kurmanın peşine düşüyor şairler. Sırf bu yüzden Yahya Kemal ömrü boyunca bir kitap bile yayımlamadı. Ahmet Haşim’in bütün şiirleri avuç içi kadar bir toplamdır. Nazım Hikmet çok şiir yazmış, pek çok kitap yayımlamıştır tamam da bir kitap yayımlayabilen Ahmet Muhip Dıranas daha küçük bir şair midir? Çok kitap yayımlamak bir büyüklük göstergesi olsaydı şimdi unutulan bazı şairleri büyüklük sıralamasında en öne koyabilirdik tabii. Neyse biz tartışmayı bırakıp Hızır’la Kırk Saat’e dönelim.
Bu kitabın şairin kitapları arasında çok ayrı bir yerde durduğunu söylemiştim. Onu biraz açayım. Kitabın adından hareketle bir Türk şairinin Hızır aleyhisselamla kırk saat geçirdiğini düşünüyoruz önce. Çünkü Hızır’la ilgili bildiklerimiz kısıtlı. Tasavvufta ilmi ledün dedikleri alanın konusudur Hızır. Ölmediğine, halen yaşadığına inanılır. Ab-ı hayat suyunun yerini bilir, zamanlar arasında dolaşabilir. Birçok velinin yardımcısı, iyinin kötünün yoldaşıdır Hızır. Geçtiği yerlerin bir anda yeşillendiğine inanılır. Baharın gelişini anlatan Hıdrellez günü de buradan gelmektedir. Bir nevi Hızır günüdür yani. Kuran’da anlatılanlardan bildiklerimiz de sınırlıdır. Hz. Musa yanındaki bir gençle “kendisinden daha âlim olan” Hızır’la buluşmaya gider. Hz. Musa’nın yolculuğu tasavvufta da çokça vurgulanmış, nefsi yenmenin kademeleri bu yolculuğun, arayışın bütününe atfedilmiştir.
Literatürdeki yeriyle birlikte birçok efsanenin arasına da katışmıştır Hızır kıssası. Sözlü kültürün bir konusu olduğu için hakkında yazılanlar da sınırlıdır. Ama birçok edebi eserin konusu olmuştur. Hatta uzun yıllardır İngiliz televizyonlarında yayınlanan Doctor Who dizisindeki doktor karakteri de Hızır’dan izler taşır.
YENİKAPI’DAN HIZIR’LA
ŞAM ÇARŞISI’NA…
Karakoç da 60’lı yılların sonunda yazdığı Hızır’la Kırk Saat’te kıssanın bütün telmihlerini kullanarak Yenikapı’dan Hızır’la tehlikeli bir yolculuğa çıkar. 60’lar aslında Türk şiiri için önemli bir kavşak noktası. Şiirimizin modern atılımını sağlayan İkinci Yeni en gür zamanını yaşıyor. Şairler şiirin artık başka türlü yazılabileceğini düşünüyor. II. Dünya Savaşı yeni bitmiş. Sürrealizm akımı dünyayı sarmış. Arthur Rimbaud keşfedilmiş ve Türkçeye çevrilmiş. Karakoç ise hayatında yaşadığı ayrımı şiirinde de yaşayarak düşüncelerini şiirin alanına sokmaya başlamış. Daha önce şiirlerinde görülen düşünce izleri (Kapalı Çarşı, Sesler, Köşe gibi şiirlerle birlikte) Hızır’la Kırk Saat’te artık bir tür “manifesto”ya dönüşmüştür.
Şair her gün aynı yerde Hızır’la buluşmaktadır. Tıpkı nefsini yenmeye çalışan bir sufi gibi. Ama Karakoç’un yolculuğu adım adım başkalaşır. Aslında şair Batı’ya karşı Doğu’nun bir figüründen yardım almaktadır. Hem de ölmeyen, her bahar yeniden dirilen biridir bu. Sayfalar ilerledikçe derin bir hesaplaşma başlar. Şair Hızır’la birlikte bir gün “insanların borular gibi birbirine benzediği” bir kentte, bir gün İbn Arabi’nin peşinde Şam çarşısında, bir gün Konya’da Mevlana’nın peşindedir… Yeşil sarıklı ulu hocaların yeni başlayan “kesik dans”a karşı yeni bir şeyler söyleyemediklerini düşünür. Kardeşi İbrahim ona putları nasıl devireceğini öğretmiştir, ama ya dildekiler, kelimelerdeki, kâğıtların üzerindeki putlar…
Hızır darda, tehlikede olana yetiştiği gibi tehlikeye giren Türk şiirine de yetişmiş, çıkmaza giren şiirimizi kadim dilimizin ve kültürümüzün toprağıyla, büyük Türk şairi Sezai Karakoç eliyle yeniden buluşturmuştur.
“ben hızır... gün... falan saatte... yerde
inceleme yaptım
anne suçsuzdu ve öldü
baba suçsuzdu eski incirler gibi hışırdıyordu
küçük çocuk suçsuzdu
bal rengi bir akıl sarasına bağışlandı
öbürleri suçsuzdu
çiçeğe yeni durmuşlardı
suçlu bendim
geç kalmıştım
evin kötü düşü balkona ağmıştı
komşu evlerde ayin başlamamıştı
kendimi iki yüzyıl insanoğluna görünmemeğe
mahkum ettim
imza hızır
pulsuz
tarih çin seddinden sonra 5000
şahitler bütün oğullarım”
Yeni yorum gönder