Hilmi Ziya Ülken (1901-1974), Türkiye’de sosyolojik düşüncenin evriminde çok kıymetli bir isim. Eserlerinde, sosyolojinin ne olduğunu, diğer bilimlerden nasıl ayrıştığını kanıtlama çabasını izleriz. Sosyolojinin epistemolojik temellerini, yöntemsel araçlarını, kavramlarını oturtma, kurumsallaştırma derdinde olmuştur. Sosyolojiyi, felsefi dönüşümün içinde açıklamaya çalışır. Çoğulcu bakışı savunur. Temel bilimleri felsefeden türeterek 7 grup altında toplar: Mantık, matematik, makroskopik madde ilmi (astronomi), kozmik tabiat ilmi (doğayı bütün olarak inceleyen bilim), mikro-fizik, hayat ilmi (biyoloji), insan ilmi (psikoloji ve sosyoloji). Ülken’e göre ortaya atılan kavramların felsefi derinlikleri olmalıdır. Söz konusu derinlik olmadığı takdirde bir kavramı, kendisiyle açıklamış oluruz.
1950’li yıllarda sosyolojinin konularını tekrar inceler; bu kez başlıkları “değerler”, “kurumlar” ve “teknik” olarak değişir. Değerleri, bir çeşit davranış kalıbı deposu, tarihsel olarak birikmiş ölçülerin deposu olarak niteler; işte bu tortulardan kişisel değerlere doğru bir dönüşümden söz eder. Toplumsal bağların tekrarı, ilişkiye girmesi, kurumları oluşturur. Ülken’e göre en somut sosyolojik analiz ise teknik boyutta yapılabilir çünkü en gözlemlenebilir unsurlar teknik boyuttadır.
Bütün değerlerin ölçülebilir fiili karşılığı olarak düşündüğü bir kavramı ortaya atar: “İş”. Bu kavramıyla değerlerin ölçülebilir fiili kavramlarını değerlendirir. Ülken, toplumsal olguyu tanımlarken üç kavramı birbirinden ayırt eder: “Hâdise”, “vâkıa” ve “vak’a”. Hâdise, tam şekillenmemiş, görünmekte olan; belli şartlar altında tekrar eden ve genellik karakterine sahip olan tabiat değişmesidir. Vâkıa, tek olan (müfret) ancak oluşu birtakım hâdise zümrelerine tabi olandır; bir kere olmuştur ama hâdise kadar yaygınlaşmaz ancak oluşu birtakım hâdise zümrelerinin ilişkilerine tabiidir. Vak’a ise tamamen münferit yani tekrarı mümkün olmayan bir tabiat değişmesidir.
"BEDEN"E FAZLA YAKIN, "RUH"A UZAK
Ülken için toplumsal olgu ve olay arasında fark yoktur. Toplumsal olguların, içsel nesnellik ve dışsal nesnellik olarak iki boyutu vardır. Yani toplumsal olgunun kendi iç mantığı vardır ve bir de ona sosyoloji aracılığıyla bakışımız vardır.
Erken dönemde insanların dertleri, fizik doğa ile ilgiliyken insanlık evrimleştikçe çatışma konuları daha yukarıya doğru gider, tarihin herhangi bir anında herhangi bir olgu, bu kesitleri içerir. Bu sadece bir evrim meselesi değildir, her türlü toplumsal olguyu analiz ederken insanın doğayla kurduğu ilişki çoğuldur.
Ziya Gökalp’e göre daha çoğulcu bir bakış açısı olan Ülken’e göre Türkiye’nin modernleşmesi hem maddi kültür hem zihniyet dünyasının birlikte dönüşmesiyle olabilir. Aşk Ahlâkı isimli kitabının “Ruh ve Beden Meselesi” başlıklı bölümünde bakın ne diyor: “... Ve ihtiraslarınız hepinizde başka türlü birleşerek sizi birbirinizden ayırır; siz ise bu halinizle başkalarına ait mallariyle öğünen müflis bir tüccar gibisiniz. Sizin olmayan şeyler için öğünmeniz neye yarar? Sağlığınız, güzelliğiniz, unvanınız, şöhretiniz ve servetinizi terk ederek varlığınızın bütün çıplaklığiyle kaldığınız yeryüzünün mahşerlerinde, kaderin azameti önüne nasıl çıkacaksınız? Hâlbuki ruhunuzun iktidarı hakikaten sizindir; onunla iftihar etmeğe layıksınız çünkü o mevcut olduğu için siz varsınız. ...” (1) Ruha bedenden çok daha fazla önem veren Ülken’in bakış açısıyla romanları düşünmek istiyorum. Romanların da ruhları ve bedenleri var. Alejandro Zambra’nın Eve Dönmenin Yolları isimli romanından bir cümleyle açılan Eyüp Aygün Tayşir’in yeni romanı Tuhaflıklar Fabrikası’na bu ruh - beden perspektifiyle yakından bakalım. Zambra’nın cümlesiyle açılan bir roman, elbette peşinen otobiyografik ve olabildiğince modern hatta post-modern bir roman olacağını baştan itiraf ediyor.
İçdeniz, kupkuru bir toprağa dönüştükçe, emanet edilen hatırat gerçek bir kitaba dönüşebilecek mi? Akademik dünyada hiyerarşi, disiplin, tabakalaşma gibi kavramların altını kurcalayan Tuhaflıklar Fabrikası’nda Tayşir daha genel bir düzlemin peşinden gitmek istiyor gibi. Büyük ölçüde meselesi, üniversite veya akademik dünyayı eleştirmek değil de geneli itibariyle yerleşik kurumları komple sorguluyor alttan alta. Üniversite adeta herhangi bir nesne, üniversite yerine tüm toplumsal kurumları düşünerek bir roman kuruyor bu kez. Hepimizi çok heyecanlandıran, Teneke Mahallesi’nde bir gecekondudan Bostancı’da bir korku tüneline; Feza’nın arka bahçesinden Kadıköy’ün derinliğine savrulduğumuz ilk romanı 4 Hane 1 Teslim’de (2016) aile kavramının altını oyarken, Tayşir, “beden”den daha uzak, “ruh”a çok daha yakın bir roman yazmıştı. Yeni romanı ise aksine “beden”e fazla yaklaşırken “ruh”tan uzaklaşıyor. Ancak Tayşir zaten “beden”sel, “şekil”sel bir romanın derdinde bu kez belli ki. Okura, okuduğu metnin, başka bir insanın yapıntısı, bir kurgu ürünü olduğunu çok sık hatırlatıyor.
Kadro Bekleyen, Saçsızlar, Not Dilenen Çocuk, Kedi Hoca, Avcı Hoca, Alıngan Hoca, Kırmızılı Hoca, Tütüniçer Karakurular Familyası Üyeleri gibi karakterleriyle “Büyük Âlim’in kayıp eserini arayıp bulma” güdüsü roman boyunca sürüyor. Tuhaflıklar Fabrikası’nda biçim, içerikle yarışıyor bir yandan da. Yazarın yola çıkarken bilinçli tercihi biçimin, “beden”in kazanması olduğundan modern (ve post-modern) roman yazma şekilleriyle oyunlar oynuyor. Daha akıcı olmak, daha güncel olmak, okuru hemen yakalayıp metni sonuna dek soluksuz okutmak gibi dertleri belli ki bu romanında yok. Ama modern romanın kenar ve köşeleriyle, muhtelif sınırlarıyla oynamak, Tuhaflıklar Fabrikası’nın has derdi. Bir nesne olarak “kitap”a ve bir fiil olarak da “yazma”ya dair ilginç fikirlerin gömülü olduğu bu romanda elbette “beden” kazanıyor.
TUHAFLIKLAR FABRİKASI
Eyüp Aygün Tayşir
İLETİŞİM YAYINCILIK 2018
Yeni yorum gönder