Çağdaş roman kelimelerle anlatılamayanları nasıl anlatabilir? Oliver Sacks’ın kendini Doğal Tarih Müzesi’ne kilitlediği gece... Jim Jarmusch’un yeni filmi...
The New York Review of Books’un 6 Haziran tarihli sayısında sürmanşetten duyurduğu, “Gerçek, Güzellik ve Oliver Sacks” başlıklı yazısında Simon Callow, Sacks’ın (1933-2015) bu dergideki yazılarından oluşan bir toplam olan Everything in Its Place: First Loves and Last Tales kitabını inceliyor. “İlk Aşklar”, “Klinik Masallar” ve “Yaşam Devam Ediyor” olmak üzere üç bölüme ayrılan kitap, Su Kuşları başlıklı, yazarın hayatı için bir yüzme kutlaması olan metinle açılıyormuş: “Yüzmek bana bir tür neşe, bazen de bir tür kendinden geçme haline gelecek kadar aşırı bir iyilik, iyi oluş hissi veriyor. Zihin özgür bir şekilde yüzebilir, trans hali gibi bir durumda, büyüleyebilir. Daha önce hiç bu kadar güçlü ve sağlıklı şekilde kendinden geçiren bir şey bilmiyordum ve yüzemediğim zaman huysuzlaşacak kadar yüzme bağımlı Çağdaş sıydım artık.” Dergide 1997 yılında yayımlanan bu yazının, tüm kitap boyunca nazikçe çaldığı duyulacak olan bir nota gibi tınladığını belirten Callow, Oliver Sacks’ın (ne mutlu ki yazarın Tungsten Dayı, Renkkörleri Adası, Benim Periyodik Tablom vd. eserleri dilimizde mevcut) kendini Güney Kensington’daki Doğal Tarih Müzesi’ndeki Omurgasız Fosiller Galerisi’ne kilitlediği geceden şu cümleleri alıntılıyor: “O gece etrafta sinsice dolandıkça, tanıdık hayvanlar korkutucu, tekinsiz hale gelmeye başladılar; yüzleri aniden karanlığın içinden belirdi veya el fenerinin çevresinde hayaletler gibi gezindiler. Işıksız müze, bir hezeyan yeriydi ve sabah olunca da tamamen pişman olmadım.” Callow ayrıca Sacks’ın gerçeklerden ziyade kurgu yazmayı tercih ederek de, diğer büyük doktor-yazarlardan Anton Çehov, Mikhail Bulgakov, W. Somerset Maugham, William Carlos Williams’ın izlerini takip etmiş olabileceğinden söz ediyor.
Aynı sayıda Oxford’da İngiliz Edebiyatı doçenti olan Merve Emre’nin Hırvat yazar Daša Drndic’in (1946-2018) Belladonna ve EEG isimli eserleri üzerine “Parçalanmış, Taşınmış, Yeniden Düzenlenmiş” başlıklı yazısına bakalım şimdi de. “Çağdaş roman, kelimelerle anlatılamayanları nasıl anlatabilir?” sorusuyla açılan yazıda Emre, Belladonna’yı –devamı olan, konuşmamaya dair üç kısa bölümle açılan EEG ile birlikte- belki de şimdiye kadar 21. yüzyılın en hırslı, ihtiraslı romanı olarak niteler. Bu romanlar tarihsizdir ve kesin bir yer belirtmezler; tanımlanamayan bir ülkede yasadışı göçmenler için yapılan bir kampta, daha ne kadar süre orada tutulacaklarını bilmeden, birlikte dudaklarını diken ve zeminde dolaşan altmış hapsedilen insan vardır.
Başka bir yerde, kırmızı kimonolu bir kadın kendini açık bir pencereden atar. Bir akıl hastanesinde, onlara isimleriyle hitap etmeyi reddeden personele karşı koymak için otuz dokuz kişi birlikte dudaklarını dikerler… Drndic’in cümleleriyle: “Daha da büyük bir sessizlik hüküm sürdü, artık yıkık binanın tavanlarından ve duvarlarından buhar gibi, duman gibi süzülen ve bulutların arasından gökyüzüne doğru tırmanan çok büyük bir sessizlik. Bu aynı sessizlik, bu kaçınılmaz insan dilsizliği, görünüşe göre deliceydi.”
“İşte gerçek zombiler... Bizleriz.”
17 yaşında, genç asi Jim Jarmusch basar New York’a gider (1970 yılıdır): Columbia Üniversitesi, Edebiyat bölümü yeni durağıdır. New York Ekolü’nden iki şair olan Kenneth Koch ve David Shapiro’dan dersler alır: “Çağın Beat şairleri, daha komik, daha az karanlıktı. Onlar bugün bile benim rehberimdir.” Jim Jarmusch’un takıldığı bir kulüp olan CBGB’de, punk rock hareketi ortaya çıkar. Orada Talking Heads, Patti Smith, Andy Warhol ile tanışır, Del-Byzanteens adlı bir grup kurar, Columbia Üniversitesi, üçüncü yılında Jarmusch’a Paris kolları olan Reid Hall’da çalışmalarına devam etme fırsatı verir: “İnanılmaz bir dönemdi. Elimin altında romanı Nadja (Jaguar Kitap, Nisan 2019) ile André Breton’un izinden bütün gece sokaklarda yürüyordum...” “İşte gerçek zombiler... Bizleriz” demeye getiriyor lafı Jarmusch, bu yıl Cannes Film Festivali’ni açan yeni filmi vesilesiyle (Le Monde, 15 Mayıs). Gerçeküstücülüğün kurucu metni olarak addedilen Nadja, Paris sokaklarında geçen müthiş bir varoluş oyunu.
İkinci Dış Hatlar’dan aktaracaklarım şimdilik bu kadar. Ağustos ayında daha ziyade Almanya’dan edebiyat haberleriyle görüşmek üzere.
Yeni yorum gönder