Vazgeçmek, bırakmak, artık üretmemek, sonlandırmak… Bugünün dünyasında en çok yapılması gereken, saygı duyulacak davranışlar olması gerekir belki de, ama öyle değil. İçimizde ısrarlı bir aşırı-üretim virüsü işliyor. Her gün kıpır kıpır bir üretim ve tanıtım faaliyeti içinde olunması gerektiğine inanıyoruz, hele de es kaza sevdiğimizi düşündüğümüz yaratıcılar söz konusuysa… Bize mutlaka ama mutlaka gevelememiz, yalamamız, ısırıp koparmamız için bir şeyler sunmanın vazifeleri olduğundan emin durumdayız. Yazarın yazma eylemini, -hele de gerçekten iyi yerine getiriyorsa- hiçbir zaman sonlandırmaması gerektiğine inanırken, her elimize geçen yapıtını da kılı kırk yararcasına inceliyor, artık eskisi gibi olmadığını ilan ediveriyoruz kimi zaman da. Paradokslarımız toyluğumuzdan mı yaşamdan mı geliyor, zamanla görürüz herhalde, ama elimizin altında biriktirdiğimiz iletişim imkânlarının sözü aşırı çoğaltması nedeniyle obur birer okur haline geldik. Herhangi bir yazarla aramızdaki mesafeyi gerçeküstü bir hızla aşıp, onu yargılayabilecek densizliğe ulaştığımız söylenebilir rahatlıkla. Herkes kendi yaftalama özgürlüğünü kullanıyor bu noktada…
Bu üzgün ve ekşi ifadelerin sebebi, sevdiğim ve üretkenliğine hayran olduğum ABD'li yazar Philip Roth’un, 2012’nin sonlarında kendisini emekli edeceğini açıklamış olması. Son zamanlarda düşük kalibreli eserler verdiğini düşündüğüm, ama yine de hayranlığın verdiği vazifeşinaslıkla rastladığım yapıtlarını büyük bir hevesle kat ettiğim Roth, kendini değerlendirebilecek kadar sağlıklıyken, pes ettiğini açıkladığında aklım karıştı. Her sene bir kitabının yayımlanmasına, hakkında sayısız dergide yazılar yazılmasına alıştığımız bir yazarın profesyonel biçimde susması, okur olarak bize ihanet etmesi anlamına gelmiyordu elbette, ama yine de ufak çapta bir boşluk yarattı.
Boşluğu doldurmak mı, başkalarına yer açmak mı?
Roth’un emekliliğini açıkladıktan sonra New York Times muhabiriyle yaptığı bir röportajdan, boşluğunu doldurması için hangi isimleri olası görüyor, ipuçlarını devşirmeye çalıştım kendimce. Bir Amerikan edebiyatı iddiası olan “büyük roman” yazmaya devam eden, hayranlık duyduğu isimleri sayıyordu Roth; bazılarına el verircesine, bazılarına işaret edercesine: E. L. Doctorow ve Don DeLillo mesela Roth’un akranları sayılır. Daha sonraki kuşaktan Denis Johnson, Jonathan Franzen ve Louise Erdrich’i sayıyor ve adlarını vermediği yirmi genç romancıyla edebiyatın tükenmeyeceğini muştuluyordu. (Roth, sevdiği romancıları sayıp, ümit dağıttığı söz konusu röportaja, dijital yayıncılığın yaygınlaşmasıyla, bildiğimiz anlamda romanın gireceği krizin romanın bitmesi değil okurların bitmesi anlamına geleceğini ifade ederek başlıyordu.)
(Görsel çalışma: Derek Royal)
Bu açıklamalardan hareketle ben de okuma listeme yeni isimler eklemiş oldum. Doctorow benim eserlerini Can Yayınları’ndan (Caz Dönemi-Ragtime) ve zamanında Hürriyet Yayınları’ndan (İki Kardeş-Book of Daniel) okuduğum, Türkçe okurlarının da aşina olduğu, ama uzun zamandır yeni yapıtları (mesela Homer and Langley) dilimize çevrilmeyen, postmodern kabul edilen bir yazar. DeLillo, zaten pek çok yapıtını kat ettiğim, bir usta gözüyle baktığım, zamanımızın garipliğini hem deşifre hem de inşa eden yazarlardan biri. (Hâlâ Names romanının yayımlanmasını bekliyoruz Everest’ten, belki Ergenekon soruşturmasına ve günümüz Ortadoğu dalaşlarına işaret edebilecek öngörüler de bulunmaktadır romanda; Underworld ise kişisel fantezimdir, sadece onu çevirmek isterim ömrüm boyunca.) Jonathan Franzen de son zamanlarda yakından tanıdığımız bir isim haline geldi, bir zamanlar Roth’tan hazzetmemesine rağmen sonradan gayet sıkı bir Roth hayranı olan Franzen’in, ustası tarafından da sevildiğini görmek nedense beni de mutlu etti.
Şahsen isimleri zikredilenlerden Denis Johnson’ı pek tanımıyordum, Ayrıntı Yayınları’ndan yayımlanmış İsa’nın Oğlu, Fiskadoro ve Melekler yapıtlarının peşine düştüm. Pulitzer ödüllü Train of Dreams’i ya da diğer yapıtlarını da zaman içinde yayımlamazlarsa orijinalinden temin etmek gerekecek. Yine şahsen bilmediğim Amerikalı büyük romancı Louise Erdrich’in de dilimize çevrilmiş fazla bir eseri yok. İlk olarak Bingo Palace ile Telos keşfetmiş 1996’da. (Şaşırtmadı tabii, kim bilir Telos’un mütevazı koleksiyonunda daha ne büyük yazarlar usulca yayın piyasasının gündemine gelmeyi bekliyorlardır.) Sonra da Galata Yayıncılık Boyalı Davul adlı bir yapıtını aktarmış dilimize. Sadece roman olarak on dört yapıt vermiş bu büyük yazar, en son geçen sene The Round House (Yuvarlak Ev) adlı romanıyla Amerikan Ulusal Kitap Ödülü’nü de kazandı.
Yeni yorum gönder