Anthony Burgess’a, 1959 yılında ameliyat edilemez bir beyin tümörü tanısı konur ve yaklaşık bir yıllık ömrü kaldığı söylenir. Bu haberin ardından Burgess, karısının geçimini sağlamak üzere on iki ay içinde beş buçuk roman yazar. Ne var ki, durmasını gerektirecek bir durum yoktur aslında ortada, bu on iki aylık sürenin ardından teşhisin yanlış olduğu anlaşılır. Artık tanınan bir yazar olduğu için yazmaktan vazgeçmeyen Anthony Burgess, 1993 yılında hayatını kaybettiğinde ardında elliden fazla eser bırakmıştı. Biz ise, sanırım onu yalnızca Otomatik Portakal romanıyla biliyoruz. Gerçi onu da acaba gerçekten biliyor muyuz?
“‘Eee, ne olacak şimdi ha?’ Ben vardım, yani Alex, yanımda da üç kankam, yani Pete, Georgie ve Dim, Korova Sütbarı’nda oturmuş akşam ne yapacağımıza karar veriyorduk, arsız karanlık, buz gibi kış piçlik yapıyordu, ama yağmur yoktu. Korova Sütbarı, katkılı süt verilen bir mekândı (...) sütünüze sintemesk ve denkrom gibi çeşitli uyuşturucular koydurabiliyordunuz (...) veya eski tabirimizle bıçaklı süt içebilirdiniz, bu da adamı pislik yapıp yirmiye bir girişmeye hazır hale getirirdi, ki öyküye başladığım akşam içtiğimiz buydu.” (çev. Dost Körpe, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları) Bir modern klasik olarak nitelendirilen Otomatik Portakal, pek de parlak olmayan bir gelecekte yaşamları şiddet üzerine kurulu bu on beş yaşındaki gençleri anlatır. Kahramanımız –daha doğrusu antikahramanımız– Alex ve kankalarının içtikleri sütlerindeki bıçakların bir süre sonra “batmaya” başlamasının gecenin devamında nelere yol açtığı az çok bilinir... (Romanı okumamış olanların imdadına da, 1971 tarihli uyarlamasıyla Stanley Kubrick yetişmiştir.) Hikayenin arka planı üzerine de derin okumalar yapmak mümkün; örneğin romanın Aziz Üstel’in çevirdiği ve ilk baskısı 1973 yılında Bilgi Yayınevi tarafından yayımlanan versiyonunda, arka kapakta şu satırlar yer alır: “Otomatik Portakal, bir süper toplumun parıltılı görünümü altındaki yalnız ve umarsız insanın, cinsel, ekonomik ve politik topoğrafyasını çizerken, ruhsal yıkımlarda bile yeni bir dünya yaratma ülküsünü alabildiğine canlı tutuyor.”
Biz Burgess'i yalnızca Otomatik Portakal romanıyla biliyoruz. Gerçi onu da acaba gerçekten biliyor muyuz?
Stanley Kubrick’in “desteğiyle” hikayesi geniş kitlelerce bilinir hale gelmiş, sonuçta bir kült eser olarak hakkında çokça yazılıp çizilmiş Otomatik Portakal’ın nispeten daha az bilinen yönü ise, sonu. Otomatik Portakal, bildiğim kadarıyla, Türkçede ilk olarak ve sonrasında uzun yıllar Aziz Üstel çevirisiyle okundu. Fakat bu çeviri aslında Otomatik Portakal’ın kısa versiyonundan yapılmış. Toplamda yirmi bir bölümden oluşan romanın son bölümünün hikayenin geneline uymadığını, sonunun o şekilde (ne şekilde olduğunun ayrıntılarına girmeyeceğiz!) olmaması gerektiğini düşünen Amerikalı yayıncılar, bu son bölümü çıkararak yayımlarlar Otomatik Portakal’ı. Zamanında Bilgi Yayınevi’nden okuduğumuz çeviri işte bu yirmi bölümlük versiyon; hatta aynı şekilde Stanley Kubrick’in filmi de... Dolayısıyla Otomatik Portakal’ın Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanan Dost Körpe çevirisine de en azından bir göz atmakta fayda var!
Stendhalvari bir çaba
Üretken bir yazar olarak, büyük bir ihtimalle Anthony Burgess da yalnızca Otomatik Portakal romanının ön plana çıkarılmasından memnun değildir. Bu üretken yazarın Türkçeye Otomatik Portakal dışında yalnızca üç kitabı daha çevrildi; ilk dönem yapıtlarından Bir Elin Sesi Var ve son dönem yapıtlarından Deptford'daki Ölü Adam (her iki kitabın da şu an için baskılarına ulaşmak pek kolay değil). Yakın bir zamanda ikinci baskısı yapılan diğer kitabı ise Mozart ve Deyyuslar ismini taşıyor.
Anthony Burgess’ın klasik müziğe olan yakınlığını Otomatik Portakal’da da hissetmek mümkündü, ancak Mozart ve Deyyuslar’da bestecilere, eserlere ve klasik müzik tarihine hakimiyeti apaçık ortaya çıkıyor yazarın. Bu noktada Anthony Burgess’ın da bir müzisyen olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Biyografisine baktığımızda, aralarında senfoni ve librettolar da olmak üzere 250’nin üzerinde müzikal esere imza attığını öğreniyoruz.
Anthony Burgess’ın klasik müziğe olan yakınlığını Otomatik Portakal’da da hissetmek mümkündü, ancak Mozart ve Deyyuslar’da bestecilere, eserlere ve klasik müzik tarihine hakimiyeti apaçık ortaya çıkıyor yazarın. (Görsel çalışma: Nearchos Ntaskas)
İlk olarak Mozart’ın 200. ölüm yıldönümü olan 1991 yılında yayımlanan Mozart ve Deyyuslar, kimi eleştirmenlerce, "40. Senfoni'yi edebiyata dönüştürmek için Stendhalvari bir çaba" olarak nitelendiriliyor. Beethoven, Mendelssohn, Haydn, Wagner, Prokofiyev, Bliss, Gershwin, Schonberg gibi bestecileri bir tiyatro oyunu şeklinde kurguladığı kitabında bir araya getirerek, hayat hikayelerinden anekdotlarla birlikte müzikal anlayışlarını, çekişmelerini, kıskançlıklarını, takdirlerini, müthiş ezgilerin daha çok hangi topraklardan fışkırmış olduğuna dair tartışmaları da dillendiriyor. Ancak elbette başrolde Mozart yer alıyor...
Tam da 41. İstanbul Müzik Festivali’ne (4-29 Haziran 2013) denk gelen yeni baskısıyla, Mozart ve Deyyuslar’ın çok daha keyifli okunacağını söyleyebiliriz; her ne kadar kitabın kimi bölümlerinde klasik müzik bilgimizi biraz zorlamak gerekiyorsa da... Ancak sanırım Anthony Burgess kitapları için biraz da gerekli bu birikim; çünkü şöyle yazmış: “Sanat kariyerime kendi kendini yetiştirmiş bir besteci olarak başladım ama kabiliyet eksikliğinden ve söylemek istediğim şeyleri müzikle söyleyemediğimi fark ettiğim için neredeyse orta yaşta, ifade imkanları daha çok olan bir zanaatı icra etmeye başladım. Yine de müzik geçmişimi geride bırakmadım; kendime koyduğum standartları büyük yazarlardan ziyade büyük bestecilere borçluyum.”
Yeni yorum gönder