“Sonuçta gölgesiz bir güneş neye yarar ki? Tokmaksız bir çan gibi!”
(Carl Gustav Jung, piposunu indirir, yuvarlak çerçeveli gözlüklerini alnına yerleştirip tebessümle konuşmaya başlar.)
Hayatın içinde, kitaplarda, klinik tecrübelerimde “model” sayılabilecek birçok insanla karşılaştım. Dünya üzerinde gayet modern davranan fakat ruhlar dünyasında hâlâ birer mağara adamının çocuğu olan erkekler ve kadınlarla... Öyle ki bazıları gerçekten de kılığına girdikleri şey olduklarına inanmışlardı. Gerçek doğalarını gizlemek için tasarladıkları bir maskeyle tam anlamıyla özdeşleşmişlerdi. Dünyaya samimi bir yüz göstermek sahiden önemlidir dostlarım ancak maskenin ardında olup biten o “özel yaşam”ın yok sayıldıkça kendini daha çok dayattığına şahit oldum. Sizin düşünsel anlamda erkek ve kadın olarak yaklaştığınız meseleye, ben daha ziyade ruhsal açıdan yaklaşıyorum Madam Beauvoir. Bu yüzden onlara eril ve dişil doğanın farklı yüzleri diyorum. Yalnız bu iki doğayı birbirinden kesin sınırlarla ayırmak pek güç. Hiçbir erkek bütünüyle eril değildir, içinde onu inatçı bir gölge gibi takip eden kadınsı bir yan daha bulunur. Bunu “anima” (ruh) ile karşılayabiliriz. Anima, erkeğin iç dünyasındaki karanlık taraftır ve canlılık, esneklik, insanî nezaket o karanlıkta uyur. Kadının iç yaşantısında da durum hiç farklı değil. O da derinlerinde eril bir alana, bir animus’a sahiptir. Madam, iç dünyamıza uyum sağlayamamak, en az dış dünyadaki aptallık ve cehalet kadar ciddi sorunlar yaratan bir ihmaldir, inanın bana. Simya ilminde Güneş ve Ay yalnız göksel cisimler değildirler, onlar ruhanidirler. Güneş, bizdeki eril doğayı karşılar. Bu doğa, ne soğuk, ne gölge, ne ağırlık ne de melankoli bilir. Kısacası ışığın hafifliği vardır onda. Sizin de dediğiniz gibi, diktatörlerin, generallerin, yargıçların, memurların, yasaların, soyut ilkelerin hafifliği. Orada ağır olan gölge yani karanlık genelde eksiktir. İtibar kaygısıyla o gölgenin üstünden tam bir sükûnetle atlayıp geçeriz. Gölgelerin varlığından, yalnızca münzevi saatlerimizde korkarız dostlarım. Nietzsche’yi hatırlayın. Merhamete burun kıvıran ve Çirkin Adam’a (herkes gibi olan sıradan insana) karşı savaşan Nietzsche’nin Üst-İnsan’ını. Gölgesini göremezsiniz onun. Onda itibarı azaltan bir zayıflığa asla yer yoktur. Evet, “sonuçta gölgesiz bir güneş neye yarar ki?” diye soruyordu Kutsal Roma İmparatoru II. Rudolf’un doktoru ve aynı zamanda bir simyacı olan Michael Maier. Gölgesiz bir güneş neye yarar ki? “Tokmaksız bir çan gibi.” Eski inanışlara itibar eder misiniz bilmem? Bay Musil, siz biraz da olsa ilgilenirsiniz sanıyorum. Ya da ilgili olduğunuzdan haberiniz yoktur.
(Musil, Doktor Jung’u kısa bir tebessümle geçiştirir. Gözlerini yeniden Simone’un inci kolyesine çevirir ve dikkatle inceler. Bir bezelye tanesi gibi avuçta kolayca ezebilecek gibi duran fakat anlaşılmaz biçimde sağlam görünen inci tanelerini...)
Eski bir inanışa göre, Güneş sağ, Ay ise sol gözümüze tekabül eder. Böyle görürüz ışığı ve gölgeyi, hafif ve ağır olanı, derinde ve yüzeyde kalanı. Yeri gelmişken “Tek gözlü dev” hikâyesini de hatırlatacağım size dostlarım. Masalları boş yere anlatmayız. O tek gözlü dev, biziz. Çünkü ya güneşi gören gözümüzü ya da Ay’a bakan gözümüzü kör etmişizdir vaktinde.
Hep Güneş’ten bahsettik fakat Ay’ın doğası daha da ilginç. Biliyorsunuz o, her ay kararıp söner. Bazen hilal, bazen yeni ay, bazen dolunay şeklini alır. Bunu kimseden, kendinden bile saklayamaz. Ay’ın bu özelliğine ise “kadının doğaya yakınlığı” deriz işte. (Jung, piposuna biraz daha tütün yerleştirir ve devam eder.) Şimdi, lafı çok da uzatmadan, her ikisine de sahip varlıklar olarak içlerinden birini yok sayar, bir gözümüzü yumar ve yalnızca tekiyle özdeşleşirsek, tam olarak dediğiniz gibi Madam Beauvoir, dünyayı “aşırılık”la cezalandırmış olmaz mıyız?
Yeni yorum gönder