Tren, insanın her çağda yeniden icat ettiği, her yeni icadına hayran olduğu kadar kendine rakip gördüğü bir makine. İnsanüstü hızı ve gücü olsun ama insana baş eğsin. İnsanın hayal gücünden çıktığı için kurmaca var trenin özünde. Siyah beyaz kovboy filminin bildik sahnesidir: Demiryolu, uçsuz bucaksız Vahşi Batı’nın boynuna takılmış demirden tasma gibi uzanır. Beyaz adam, trene doğru dörtnala koşan bir at üzerinde sahneye girer. Bir süre başa baş giderler. Sonra, atının sadakatine de güvenerek, trenin üzerine atlar adam. O mükemmel makine artık ayakları altındadır. Tren-insan ilişkisini daha iyi anlatan bir sahne olamaz. Yeni trenler hayal edilecek, sonra o trenlerin efendisi olunacak.
H. G. Wells, bütün eserlerine kılavuz olsun diye bir nevi manifesto olarak yazdığı Anticipations (1901) kitabında, insanların toplu olarak bir yerden bir yere taşınabilmesini “mekanik devrim” olarak adlandırıyor, toplumun yeniden organize olacağını öngörüyor. Toplumu da hissedarlar, boş kalabalıklar, mühendisler ve finansörler olarak dört sınıfa ayırıyor. Wells’in öngörüsünü devam ettirirsek; 19. yüzyılı çalıştıran buhar gücü, gelecekte yerini yeni güç kaynaklarına bıraksa da taşıtlar olmadan bir yaşam döngüsü olası değil. 19. yüzyılda ilk buharlı lokomotifin icadından başlayarak trenlerin ve demiryollarının hayata ve coğrafyalara yayılmasınının arkasındaki enerji kaynağı, teknoloji, emek gücü, sermaye, devlet bürokrasisi, zamanın düzenlenmesi ve toplumsal sınıfların ilişkisi hâlâ dünyayı büyük bir rantla yönetiyor.
Görsel: Fatih Öztürk
Endişeleri ve reddedişleriyle Viktoryenler
Viktoryen Britanya edebiyatı, trenlerin hızla günlük hayata girmesiyle yaşanan köklü değişime soğuk yaklaştı. Bu değişim makinesi tren, endüstri devriminin yarattığı kaygıların sembolü oldu. Demiryolunun coğrafyayı bölmesi, tren kalkış saatlerinin günü yeni zaman parçalarına bölmesi, vagonların insanları sınıflara bölmesi, tünellerin ve köprülerin doğayı bölmesi, istasyonların şehirleri bölmesi modern hayatı düzenleme amaçlı bir yaşam ve doğa işgaliydi. Yine de, yaşadığımız zamandan bakınca, petrolle ateşlenen Amerikan yüzyılını geride bıraktıktan sonra, içimizi ısıtan bir toplumsal fayda buluruz 19. yüzyıl treninde; ütopik gelecekleri de, gelecek edebiyatını da trensiz hayal edemeyiz.
Viktoryenlerin bizden farkı, trenin icadıyla eş zamanlı bir edebiyat üretmiş olmaları. Bir yandan tarihe tanıklık ediyor, diğer yandan trenin ne kadar büyük bir edebi metafor olduğunun vakit kaybetmeden farkına varıyorlar. Endişeleri ve reddedişleri treni mitolojik bir canavara dönüştürüyor neredeyse. Yılan gibi kıvrılan, sinsi ağzından ateş, kuyruğundan duman çıkan, Tanrının yarattığı doğayı ve düzeni bozan bir insan icadı. Vagonların lokomotifi takip edişinde, lokomotifin rayların belirlediği hattı takip edişinde ve varış noktasının son durak oluşunda kaderi görüyorlar.
Britanya’da ilk demiryolu hattı 1830’da açıldı. Thomas Hardy, Adsız Sansız Bir Jude romanında, hayatın merkezinin artık tren istasyonu olduğunu, Kilisenin zamanının geçtiğini söyler. 1848’de tren istasyonlarında satılmak üzere ucuz romanlar basıldı, kitap satılan küçük dükkanlar açıldı. Tren yolculuğu ve okumak, birbirinin ayrılmaz bir parçası haline geldi.
Değişim, Viktoryen toplumun en önemli özelliği olmuş hep; değişimi en çabuk kabul edenler ve uyum sağlayanlar da işçi sınıfı ve orta sınıf. Zaman, tren sayesinde değerli bir mal haline gelir. Endüstri devrimini besleyen buhar makinesi ecdattan devralınmamış bir güçtür ve öncesizdir. Teknolojik devrime hayran kalabalıklaşan işçi gücü en az demiryolundan rant elde eden toprak sahipleri, sanayiciler ve devlet kadar, 1835-1840 arası ortaya çıkan “demiryolu çılgınlığı” döneminin oyuncularıdır. Tren yolculuğu özgürlük demekti.
Görsel: Muhammed Ali Üzen
Sherlock Holmes, trenlere ve dakikliklerine hayran bir roman kahramanı örneğin. En iyi akıl yürütmelerini trende yapar, ihtiyaç duyduğu düşünme zamanını trenlerde bulur Holmes. Yıllar sonra, Oğullar ve Sevgililer romanında D. H. Lawrence, anne oğul arasındaki nesil çatışmasını trenle olan ilişki üzerinden anlattı. Güneş saatine rakip olup onun yerini alan tren saatleri, annenin oğlu üzerindeki kontrolünü yitirmesinin simgelerinden olur. Anne, trenlerden nefret eder hayatlarına “geç” ve “erken” kavramlarını soktuğu için. Oysa trenlerle büyümüş oğul Paul için tren, zamanı bildiği tek zaman kavramıdır. Roman, anneye göre bu sonradan icat edilmiş zaman içinde bireyin yerini araması hikayesi olarak gelişir. Yıllar yıllar sonra ise, toplu taşımanın aynı günün tekrarı olduğunu görecektik. Irvine Welsh, hayatımıza “trainspotting” kavramını sokacaktı. Hiçbir işe yaramayan, zaman öldürmeye yarayan bir tutku anlamında. Boş istasyonda belki gelecek bir treni bekleyip lokomotifinin modeline bakmak işi. Haruki Murakami ise, Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları romanında başkahramanına tren istasyonu tasarlayan bir mühendis olma görevi verecekti. Her gün işe gidip gelme denen o anlamsız yer değiştirmeyi yapmak zorunda, trenlerin yuttuğu ya da kustuğu kalabalıkların istasyon mühendisi Tsukuru’dan tek istediği giriş çıkışlarını etkin ve güvenli olarak yönlendirmesi olacaktı.
Viktoryenlere geri dönelim... Eleştirmen John Ruskin ve şair William Wordsworth, Turner tablolarında ölümsüzleştirilmiş manzaralardan şimdi demiryollarının geçmesini, trenin etiğe ve estetiğe ihaneti olarak görürler. Toprak sahipleri, tarihi binaların yıkılarak arazilerinden tren hattının geçmesine ne hakla izin verir? Wordsworth 1840’larda yaşlı bir adamdı. Geçmiş zamanlara ait bir romantik şair. Doğa, onun için yaşayan bir güç ve ilham kaynağı. Endüstrileşmeyi doğaya olduğu kadar İngilizliğe de aykırı buluyordu. Yaşadığı Göller Bölgesi’ne tren hattı döşenmesin diye şiirler, mektuplar yazdı. Trenlere doluşup Göller Bölgesi’ne gelecek halkın, bu güzellikten zaten anlamayacağını, ihtiyaç da duymayacaklarını düşünüyordu. Tren geldikten üç yıl sonra öldü şair.
Viktoryenlerin tren korkularını bir de şöyle düşünün: 1830 yılında hayatlarında ilk kez Roket isimli dev bir buharlı lokomotif görürler. Charles Dickens 18 yaşındadır. Büyük bir hızla demiryolu döşenmekte, istasyonlar inşa edilmektedir. Bu inşaatları izleme milli bir vakit geçirmeye dönüşmüştür neredeyse. Stagg’s Garden, Dickens’ın gözleri önünde yıkılır ve trene kurban edilir. Doğal olarak bir araya gelen, birbirine ait insanların kurduğu mahallenin yerini, yabancıların doldurduğu istasyon alır.
Dickens’ın Dombey ve Oğlu romanı, tefrika halinde yayımlandığı için, her geçen gün fenomenleşen trenlerin neden olduğu toplumsal ve ekonomik değişikliklerin tanığı bir romandır; Viktoryen edebiyatın ilk tren romanı olarak anılır. Dickens’ın, tanık olduğu tren istasyonu inşaatına “büyük deprem” demesi çok ünlüdür. Saatlerin trene göre ayarlanması için “güneş bile teslim oldu” diyecektir. Charles Dickens, yaşanan değişimin en önemli tanığı ve tespit edicisidir, trenlere ikircikli yaklaşır. Şehirlerin, tren yolculuğunun sağladığı hareketlilik ve sınıf geçirgenliği ile yeniden harmanlanmasındaki psikososyal değişiminden etkilenecektir bir yazar olarak. Dickens, lokomotifin kırmızı ışıklarını kırmızı gözler gibi görmüş, trenlere hayran kahramanını trenin altına atmış, bedeninin parçalanışını, çıkan mekanik gürültüyü ve dumanları tasvir etmiş ve sonunda “devin midesine girdi” diye tasvirini zevkle bitirmiştir.
Tren, Tolstoy için de doğaya, tarıma ve Rus hayat tarzına aykırı bir Avrupa hevesidir. Yine de istasyonları hayatın dönüm noktaları, trenleri de uyulması gereken toplumsal ve ahlaki kuralların metaforu olarak kullanır Anna Karenina’da. Ölüm, Tolstoy’un Anna’nın hak ettiğini düşündüğü bir tür tövbe etmedir, trenin suçu değil. Anna’nın Tolstoy tarafından uygun görülen ilk cezası trene binmektir aslında. “Aşk için fahişe neyse, yolculuk için de tren odur,” dediği iddia edilir Tolstoy’un. Anna’nın hayatı dekadans trenine bindikçe, Rus yaşamıysa demiryolları ülkenin içlerine uzandıkça mahvolmaktadır. Batı endüstriyel teknolojisi, dışarıdan getirdiği ahlakla Rusya’yı zehirler, gelenek ve basit yaşamı tehdit eder. Tolstoy bu fikirlerini romanda savundurttuğu Levin’e kulak vermemizi ister, ama çocukların büyük bir zevkle ve hayranlıkla trenlerle oynadığını ve gelecekte trenlerin yaşamın bir parçası olacağını kabullenişi de bellidir. Tolstoy’un treni, bir roman karakteri olarak günaha, ahlaksızlığa, sosyal düzensizliğe davet eden kötücül bir varlık, bir ihanet makinesidir. Anna, yasak yolculuğa çıktığı anda bir daha eskiye, masumiyete, onurlu yaşama geri dönüşü olmayacaktı; trenden, ancak altında kalarak inebilirdi. Tren, taşıdığı tüccarlar ve bürokratlarla da Rusya’ya sadakatsizlik içindedir. Demiryolu, toprakla bağı keser çünkü.
Fransızlar ve Émile Zola
Fransa’da Flaubert, Maupassant, Goncourt gibi edebiyatçılar treni ve demiryollarının inşasını milli bir dava olarak görür; tren, cumhuriyetçi ve modern değerlerin yayılması için bir fırsattır. Ancak, Émile Zola, ekonomik modernleşmenin ve taşıtlardaki gelişmenin kültür ve görgüyü Fransız halkına yaymadığını tespit eder. Teknoloji, politikacıların ve tüccarların ahlaksızlığını ortaya çıkarmıştır o kadar. Yine de, köylülerin şehir kültürüne trenlerle ulaşacağı ideali milli bir mit olur, örtü örter demiryolu çılgınlığının üzerine. Bize tanıdık fikirler, n’est ce pas?
Zola’nın Hayvanlaşan İnsan romanında tren makinisti Jacques, içindeki kadınları öldürme arzusunu bastırmakla mücadele eden bir psikopattır. Trende sözde saygın bir memur tarafından işlenen cinayetin nasıl örtbas edildiğine, gerçek suçluların saklandığına şahit olur. Tren yaşayan bir karakterdir romanda. Lokomotif, psikopatın tek arkadışıdır. İnsanın öldürmek ve cinsellik gibi hayvansı ve yabanıl içgüdülerinin nasıl makineyle özdeşleştiğini, her ikisinde de uygarlığın karanlık ve ahlaksızlığının vücut bulduğunu anlatır. Treni teknoloji cilalarken, bürokrasi insanları korur. İlk anda sansasyonel tren romanları gibi kategorize edilse de, Anna Karenina’ya cevaptır.
Viktoryene Steampunk yanıt
Steampunk, Viktoryen dönemdeki bilimsel ve teknolojik gelişmeleri kutsayan, başkaldıran, kendilerine asi ve ütopik bir evren yaratan bir akım. Geçmişte yaşayan bir gelecek fikri. Bu evren, buhar gücüyle çalışan cihazlar ve tren gibi taşıtlarla dolu. Aslında var olmayan bir dönemi idealize ve romantize etmek söz konusu. Geçmişi istediği gibi yeniden kuruyor, Viktoryen dönemin karanlık yüzündeki endüstriyel sömürü, kolonyalizm, çocuk işçiler, ırkçılık, hasta ve fakirlere duyarsızlık, baskı altında cinsellik yokmuş gibi davranıp sadece ve sadece makineyi yüceltiyor.
China Miéville, distopya ile ütopya arasındaki farkı devrimin kimin yaptığında ve kimin yenildiğinde arayan, sosyalizmi metaforlara sarıp bilimkurguda yaşatmaya çalışan bir yazar. Yeni Corbuzon şehrinde geçen romanları, buharla çalışan aletler ve kendi iradesi olan makineler ile tam bir steampunk evren içine; öksüzler, işçiler ve mahkumlardan oluşan Dickensvari karakterler yerleştiriyor. Demir Konsey, greve giden demiryolu işçilerinin inşa etmekte oldukları treni çalmaları ve devrim karargahına çevirmelerinin destanı bir roman. Sonunda devrim başarısız olsa da, zamanda donup bir sonraki devrimi bekliyor Demir Konsey adlı tren. Türkçede de çok yakın bir zaman önce yayımlanan Demirdenizi ise, hem teknoloji hem doğa çöplüğü olmuş zehirli ve çorak bir coğrafya üzerine kurulu demiryollarında giden; kimi buharla, kimi yelkenle, kimi kürekle çalışan trenleri ve bu trenlerin kaptanlarının “avlanmalarını” anlatan, Moby Dick’e göndermelerle dolu bir roman.
O esnada Amerika’da...
Amerika’da Transcontinental demiryolu yapımı, 1862’de, Abraham Lincoln tarafından devlet finansmanıyla başlatılır. İhaleyi kazanan iki şirket ortada birleşmek üzere ülkenin iki yakasından başlarlar demiryollarını döşemeye. İnşaatta Çinli göçmenler, özgürlüklerini almış eskiden köle olan siyahiler çalışır. Amerikan yerlilerinin toprakları işgal edilir, bufalo katliamı yapılır. Demiryolu ilerledikçe yeni kasabalar kurulur. Kilisesi, dişçisi, genelevi olan kasabalara kanun pek uğramaz.
Amerikan iç savaşı öncesi, kölelerin özgür bir hayata kaçışlarında yardım edenlerin oluşturduğu güvenli yollar ve konaklayacak duraklardan oluşan ağa verilen ad olan “Yeraltı Demiryolu”, Colson Whitehead’in Pulitzer Ödüllü romanında yer altından geçen gerçek bir tren olarak hayal gücümüzde peydahlanıyor. Bilinmeyen bir kaynaktan fırlayıp mucizevi bir istasyona varan, yeraltında yıllarca kazılmış bir tünelde yaşayan bir demir ruh. Simsiyah bir lokomotifi ve vagonları olan, pistonları ve silindirleri ritmik bir dansa durmuş bir tren. Kim döşemiş bu demiryolunu? Amerika’da her işte kim çalışıyorsa onlar, elleriyle. Demir ustası toprakta, havada, hayvanlarda var olan büyük ruhun demirde de olduğuna inanır. Kor gibi ısınmış demirin, tokmağa boyun eğip bükülmesinde hissederiz bu ruhu. Demir, toplumun işlemesini sağlayan nesnelere dönüşür. Beyaz adamın demir döverken isten ve terden yüzünün kararması siyahlıkla bütünleştiği, siyahilere en yakın olduğu andır.
Tren, beyaz adamın daha güçlü olmak için kullandığı güç. Doğanın bile treni kendisinden bir parçaymış gibi içine almasını sağlamış. “Yeraltı Demiryolu” ise folklorik, kulaktan kulağa yayılan bir efsane, bir serap. Özgürlüğa kaçış bu kurmaca tren sayesinde zaman ve mekan değiştirmekten ziyade, tarihin akışını değiştirecek bir güce evriliyor. Yeraltı trenine atfedilen gerçeküstü ve mitolojik özellikler, ırkçılığı ve köleliği tarihten koparıyor, öncesiz-sonrasız bir kurmaca evrende ölümsüzleştiriyor. Yeraltında köleleri özgürlüğe taşıyan bir trenin varlığına inandığımız sürece, ırkçılığı unutmayacağız. Bu hayali tren, bu dehşet gerçeği görmemizi sağlıyor. İnsanın bu dünya üzerinde neden olduğu her değişikliğin bir karşılığı, bir bedeli olduğunun kanıtı “Yeraltı Demiryolu.” Hangisi gerçek, hangisi illüzyon? İçinden trenler geçen uygarlık mı; yeraltından ilerleyen efsaneler mi?
Görme biçimleri ve roman kahramanı olarak yolcu
“ - Trenler insafsız şeyler değil mi Mösyö Poirot? İnsanlar ölüyor, öldürülüyor ama onlar yollarına devam ediyorlar.
- Hayat da tren gibidir matmazel, devam eder. Trene güvenin, çünkü makinistliği tanrı yapıyor.”
20. yüzyılın ortalarına gelindiğinde trenler güç, macera ve birbirine yabancı yolcuların gizemi üzerinden hikaye ediliyordu. Eril bir dinamizm ve hareket özgürlüğü, kapalı bir alana sıkıştırılmış enerji, tesadüf ve karşılaşma olasılıklarına karşı duyulan heyecan... Sıkı bir zaman tablosuyla düzenlenmesi ve raylar üzerinde kontrollü güzergahına rağmen, yolcular ve onlarla birlikte trene binen geçmişleri ve sırlarıyla beklenmedik maceralara gebeydi tren. Şüphesiz bu macera daveti bir imajdı. Üçüncü sınıf tahta oturaklarda gürültülü ve kokulu yolculara katlanarak seyahat ederken bile, posterlerde reklamı yapılan o büyülü tren yolculuğu hikayesinin içinde hissediyordunuz ve o söz verilmiş maceranın sizin için de başlamasını bekliyordunuz.
Tren yolcusu olmak, yolculuğa hazırlanmak, ona göre giyinmek her sınıftan insana belli bir performans sergileme sorumluluğu yüklemekteydi. Hiç kimse kendi değildi trende. Bunun nedeni başkalarından saklanan sırlar kadar, trenlere has adabımuaşeret kurallarının yaygınlaşmasıydı. Tren kalabalıklarına karışmak sanıldığı gibi anonimlik değil daha fazla görünürlük veriyordu insana. Maskeler takılarak binilen trende geçirilen süre sonrası, gerçek yüzlerin ortaya çıkması işten bile değildi çoğu kez.
Trenle birlikte edebiyata bir roman kahramanı ve anlatıcı olarak yolcu girer. Kapalı kompartımanda, hızla giden trende, dilediği an orayı terk etme iradesi elinden alınmış, kendini çaresiz ve tehlikede hisseden, tren penceresinden gözlemlediği memleketin tanığı, yolcularla sınıflararası dirsek teması ve istasyonlarda geçici insan ilişkilerine mecbur... Hafızasını, anlık görsel uyaranları hikayeleştirmeye zorlayan bir roman kahramanı. Kaza, kader ve tesadüf, tren yolculuğu kadar kurmacanın da bir parçası olur.
Agatha Christie ve Alfred Hitchcock, en büyük tren macerası tellallarıydı. Christie, Mavi Trenin Esrarı ve Doğu Ekspresinde Cinayet romanlarında zengin yolcuların lüks hayatını, mücevherleri, şık kostümleri, muhteşem yemekleri romantize eder, treni efsaneleştirir ve kanonlaştırır. O kadar ki, Ian Fleming ve Graham Greene’in Doğu Ekspresi’nde geçen romanları da popüler olur. Batı’daki “Stamboul” imajı, trenin edebiyatta yarattığı gizem halesine o kadar uygun bir şehirdir ki, üç yazar da gerçek Orient Ekspress ile yaptıkları yolculuktan ilham alarak romanlarını yazmışlardır. Bugün artık çalışmayan bir hat bile olsa, kurmacada kapladığı efsanevi yer sayesinde hâlâ hayaller kurdurabilmekte insana. Sanki paralel bir zamanda, Paris-İstanbul hattını kendi ritmiyle kat ediyor biz içinde olmasak bile. Kurmaca Orient Ekspress var oldukça o eski Stamboul da var olacak gibi.
Agatha Christie’nin 16:50 Treni romanı, hikaye anlatımına trenin kattığı yeni görme biçiminin en önemli örneğidir. Zıt istikamette giden iki tren yan yana geçerken, bir tren penceresinden diğerinde işlenen cinayet görünür. Anlık görme hafızayı meşgul eder. İki trenin anlık karşılaşması, bütün hayatı etkileyen o meşhur zamanın trenlere göre ayarlanması sonucudur ama trenin dakikliği kesin bilgidir; insan gözü ve hafızası ise soyut ve gerçekliği sorgulanan. İnsanın trene yenilgisidir bu görme biçimi.
Memleketimden insan manzaraları
Nâzım Hikmet, bizi Haydarpaşa’da karşılamaya gelir. İster Osmanlı modernizminin açılımı olarak görülsün, ister kamucu Cumhuriyet projesi, bizde trenin hikayesi, Amerikanlaştırılmak istenen Türkiye’nin, petrole ve karayoluna yönelerek trene ihanetinin hikayesidir. İçinde hep nostalji ve biraz suçluluk duygusu barındırır. Bu siyasal hikayenin gölgesinde ise, Anadolu’yu uçtan uca, İstanbul’u semtten semte bağlayan trenlerin ve garların kolektif hafıza anıtları oluşu yeşerir: Sadece trene ait nesneler, sadece trenlere ait âdetler, tren penceresinden bozkır, memleketimden insan manzaraları, özlem, sıla, göçmenlik… Murathan Mungan’ın Tren Geçti isimli öykü seçkisi, Kemal Varol’un Demiryolu Öyküleri seçkisi, Tanıl Bora’nın Tren Bir Hayattır seçkisi Türkiye’de demiryolu tarihini ve değerli edebiyatçıların trenlerde geçen öykülerini okumak için çok iyi kaynak kitaplar. Ayfer Tunç’un Kapak Kızı, Murat Uyurkulak’ın Tol romanları, tren yolculuklarında karşılaşan “bir ihtimal” karakterler arasında başlayan konuşmalarla Türkiye’nin “çıplak” gerçeklerini gözler önüne seriyor: “Tren uçsuz bucaksız bir bozkırda ilerliyordu,” diye yazmış Murat Uyurkulak, “Bir fermuarı çeker gibi…”
Tarihi garlar, terk edilmiş kasaba istasyonları, hayalet banliyö trenleri yokluklarıyla iz bırakıyor. Son günlerde popülerleşen Doğu Ekspresi hızla kendi mitolojisini yaratıp hafızaya alma çabasını tetikledi. Her an iptal edilecek bir hatmış gibi ilk günden nostaljik tüketim kategorisine alınmasını bu kaybetme alışkanlığı ile açıklayabiliriz. Taşralı, gurbetçi, memur, askerden sonra “gezgin” bir tren yolcusu beliriyor kahraman olarak. Treni ve içinde geçirilen zamanı arzu nesnesi yapıyor ve başkalarını da yanına çağırıyor. İşlevsellikten, imrenilecek bir nesneye dönüştürüyor treni. Bu haz yolculuğunun anlatılmasını talep ediyor. Edebiyat yanıt verecek mi? Kars yolculuğu olduğundan daha güzel, daha sıcacık ortamlı, daha kitap okumalı, daha, daha… Trene yabancıların değil, aynı hayali paylaşanların bindiği bir değişim. İsteyerek yaratılan “karşılaşma.”
Oğuz Atay’ın “Demiryolu Hikâyecileri” öyküsünde, bir kasaba tren istasyonunda çalışan “memur” hikayeci, daktilo ile yazılmış öykülerini tren yolcularına satmaya çalışır. Sonunda istasyondan tren geçmez olduğunda, o her daim alıntılanan yakarışını yapar: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” Bu soruya yanıtı, Basit Bir Es kitabında arıyor Enis Batur. Calvino’nun okuyucuya “sen” diye hitap ettiği Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu kitabına selam çakan bu kitapta yazara “sen” diye sesleniyor Enis Batur. Trende karşısında oturan ve kendi kitabını okuyan bir yolcuyla karşılaşan yazar, yolcuya kendini tanıtıp tanıtmama konusunda kararsızdır. Sonuçta kitap, okuyucu yazar ilişkisinin, trende iki yabancının iletişim kurması kadar zor ve zamansız olduğu üzerine bir anlatıya dönüşür. Yazar, okuyucusunu seçemez; bu tek taraflı bir ilişkidir. Trende karşı karşıya otursalar bile, yazar ve okur aynı zamanı paylaşmazlar. Okuma edimi “düzçizgisel” değildir; araya okuyucunun anıları, çağrışımları girer. Calvino’dan etkilenen bir diğer tren kitabı da Engin Geçtan’ın Tren romanı.
Elon Musk'ın Hyperloop projesini anlatan bir çalışma
Fütürizm
Faşizme sempatiyle yaklaşan İtalyan fütürizmi (1909-1944), trenleri sadece avangard mucize makineler değil, tapınmaya varacak milli bir değer olarak görmüş. Şair Marinetti’nin fütürist manifestosu hızın estetiğinden dem vurmuş. Bu makine kültü için tren; hız, güç ve modernite sembolü, kainatı yeniden inşa edecek “arte meccanica”nın ta kendisidir. Ressam Ivo Pannaggi’nin Hızlı Tren tablosu (1922), lokomotifi başkahraman yapan bir portre gibi düşünülmüş, bakanın üzerine doğru geliyormuş gibi duyguları harekete geçiren, akımın ana görseli olmuş.
Yaşadığımız çağın fütürist hayalinde, Elon Musk’ın Hyperloop adını verdiği uzay gemisini andıran hızlı tren var. Saatte 1000 km hızla bir tünelin içinde, pasif manyetik levitasyon yöntemiyle “tekerleksiz” yol alacak, böylece kaza yapma olasılığı olmayacak. Fikrini, bilimadamı Athelstan Spilhaus’un 60’lardaki Our New Age adlı çizgi romanından alıyor tren.
Gelecek tahayyülündeki hiper teknolojik kurmaca trenler genelde distopik evrenlere ait. Günümüz Trump destekçilerinin hayran olduğu Ayn Rand, Atlas Silkindi romanında, kabiliyetsiz ve tembel işçiler, bürokratlar ve çapulcular yüzünden çöken endüstri devrimi sonrası demiryolu şirketi Taggart Transcontinental’in “trajedisini” anlatır. Toplumda sevmediği, “sosyalist” bulduğu kim varsa Comet diye bir trene doldurup ölüme yollayan Rand, romanın sonraki bölümlerinde herkesin neden ölmeyi hak ettiğini büyük bir zaferle ve zevkle anlatacaktır. Suzanne Collins’in Açlık Oyunları kitaplarında zengin başkente giden lüks, konforlu, yiyeceklerle dolu tren, distopyanın boyalı yüzünü ve fakir halka “yedirilen” gösteriyi temsil eder. Harry Potter evreninin ünlü treni Hogwarts Ekspres bile içinde sınıf ayrımı barındırır; sadece büyücülük okuluna “seçilmişlerin” bindiği ama tarihçeye göre “Muggle/İçdaraltan”, yani büyücü olmayan sıradan mühendislerin yaptığı buharlı bir trendir. Fransızca çizgi roman uyarlaması olan, yakında dizisini de izleyeceğimiz Snowpiercer, bu kez iklim felaketinin yaşandığı buz tutmuş bir gelecekte, Wilford isimli bir mühendisin icat ettiği yörüngesel bir hat üzerinde hiç durmadan giderek çalışan bir trendir. İçindekiler son hayatta kalanlardır. Tabii ki tren, farklı sınıflardan insanların doldurduğu vagonlardan oluşur ve tren içi faşist, baskıcı, sömürücü yönetim bir başkaldırışa hazır olmalıdır. Popüler siyasi söyleme afro-fütürizm kavramını yeniden hatırlatan çizgi roman uyarlaması Kara Panter filminin ütopik ülkesi Wakanda, bir Afrika ülkesi sömürgeleştirilmezse ve değerli madenleri kendine kalırsa ne olur sorusunun yanıtı. Wakanda teknolojisine, süper güçlü maden vibranium ile çalışan süper hızlı trende de hayran oluyoruz. Filmin ana çatışması olan finaldeki kavga sahnesi bu fütürist tren hattında gerçekleşiyor. Wakanda gizli bir ütopya olarak mı kalacak, yoksa teknolojisiyle gerçek hayatta distopya yaşayan siyahilere yardım mı edecek?
Yaratıcılık konusunda teknoloji sanata rakip artık. Sosyal ilişkilerin yönetilmesinde söz istiyorsa edebiyat, teknolojiyi içine almak zorunda. Gelecek, geçmişteki icatları yenileyerek hayatı devam ettirme gayreti. Asıl keramet, insandan sonra neyin geleceğini bilmekte. Belki de, insandan sonrası gelmesin diye yeni trenler icat edip duruyoruz.
Yeni yorum gönder